‘Edep’ten çaktım. ‘Ahlak’ inceldiği yere gelemeden koptu hatta. Çelişkilerin içinde olduğumdan değil, diyalektiğin mitralyöz parlaklığına rağmen kafayı kuma gömdürdüğümden. Çarkın dişlisiyken bile olsa, ona her daim direnme potansiyeli taşıdığımız gerçekliğini unuttuğumdan. Okumuş da kendine yetememiş merkeplerin şahına dönüştüğümden.

Dik beni ayağa

BURÇAK SEL

İnsan çilesini almaz oldu aklım
Soyun, şehrin sana giydirdiği gömlekten,
Yakın dostlarına bahs aç ölmekten
Ve gel benimle, kaçalım kaçalım…
Ahmet Muhip Dıranas

Seninle, birbirimizin yakışığıydık. Öyle, boydan postan veya suretten bir yakışık olma durumu da değildi üstelik bu. Ben usul boyluydum, sen civan gibiydin mesela da aradaki santim farkını unutturacak çok denkliğimiz vardı. Benim yuvarlak hatlarımla senin kemikli yapın; bende kara, sende ela olan gözlerle asla benzemiyor olabilirdik. Ama hayatı gördüğümüz pencereye ikimizin de kafası uzanabiliyordu neticede. Hatta hiçbir boşluk kalmazcasına sanki yalnızca ikimizin kafası girebilsin diye tasarlanmıştı bu pencere. Bir tek ikimizin elinin uzanabildiği yer kadardı evren buradan. Cismani olan tüm farklılıklar dışında eşitsizliğin olmadığı bir yere değebiliyordu gözlerimiz. Gerçekte parsellenerek ayrıştırıldığı yere ayağımızı direyip, yuvarlak bir şeyin doğusu batısı olmaz demeye aklımız erebiliyordu. ‘Düş’ten aynı ile vakiydik. ‘Coğrafya’dan da.

‘Sınıf’tan zaten apaynıydık seninle. Sizin evde pişenin içine konduğu kapkaçağı bizim evde pişenlerle izzet-i ikramlaştığımız zamanlarda, bu takasın sınırlarını zorlayan bir şeye rast gelmezdik. Zinhar. Evde daha iyi olanı gizleme profesyonelliğinden değildi bu üstelik; gerçekten ve gerçekten pişen her ne ise ona katılacak malzemeleri satın alma denkliğimizden. Gücümüzün yettiklerinde aynıydık. Genelde gücümüz bir şeye yetmezdi gerçi. Yetmeme halinde de tıpkımızdık. Satacak bir şeyimiz ise zaten olmazdı. Kömür aynı marka kömürdü aynı adamdan alınan. Kıyafetler aynıydı. İkimiz de ortancalar olarak büyüğünün eskisini giyerdik. Bize alınan çok nadir yenileri de bizden küçüğe devrederdik. Sıramız aynıydı. Dersimiz, ezberimiz hepsi aynıydı. Ve okulun bahçesindeki oyunlarımıza girmek isteyen üstü başı düzgün çocuklara mesafemiz aynıydı.

***

Bir de ‘edep’ten yakışığıydık birbirimizin esas. Okuyup da altın bileziğimiz kolumuza takınca, mürekkebimiz ahlakımızı inceltecekti sadece. İncelttiği yerden koparmayacaktı ama. Mürekkep yalamış merkeplerden olmayacaktık. Eşek hayvanını sevmediğimizden değil o da. En çok eşeği severdik ikimiz de. Okuyup kendi aklına bineklik ederek, kendi gerçekliğini unutma köleliğine düşen ve en çok kendi yaşam iliğini soğuranlara benzemek istemediğimizden, olmayacaktık. Okuyup ardımızdan gelenlere omuz verecektik. Gelemeyenlere de varlığımızla güç…

‘An ve mekan’dan da bir olacaktık seninle. Kafalarımızı sığıştırıp da baktığımız hayatın orta yerine bir güzel yuva kuracaktık. O yuvanın içinde zaman ve mekan denen iki modern mefhuma istediğimiz gibi bir gerçeklik kazandıracaktık. Ezberleri yıkacaktık bir güzel. İnsanın üzerine çığ gibi düşerek onu kaskatı geçirten ama tarihsel olduğundan adımız gibi emin olduğumuz mülkiyet denen illetin kapanış perdesini çekecektik üzerine. Birikimden en fazla dost biriktirmeyi anlayacaktık. Sigara parasını bile çıkaramayan yakınların varlığını bir kenara koyup, yastığın altına kıç sıkışmalıklar koymayı anlamayacaktık mesela.

***

Oysa ben, dünyanın adaletinin yerli yerinde olduğunu ve herkesin hak ettiğinin başına geldiğini düşünen insanlara ait bir mühim bir şirkette orta düzey bir yöneticiyim şimdi. İngilizce’yi iyi kıvırdığımdan, tahsilimin iyi olmasından falan geldik işte buralara. Ama ‘edep’ten çaktım. ‘Ahlak’ inceldiği yere gelemeden koptu hatta. Çelişkilerin içinde olduğumdan değil, diyalektiğin mitralyöz parlaklığına rağmen kafayı kuma gömdürdüğümden. Çarkın dişlisiyken bile olsa, ona her daim direnme potansiyeli taşıdığımız gerçekliğini unuttuğumdan. Okumuş da kendine yetememiş merkeplerin şahına dönüştüğümden.

Altımda iyi model bir arabam var. Limitleriyle birkaç aileyi geçindirecek kredi kartıyla dolu cüzdanım. Şehrin dışında Eskişehir’e yamaç müstakil bir evde oturuyorum. Pahalı markalardan kıyafetlerim, “yılın kokusu” ödülünü almış parfümlerimle dolu evimin içi. Pandemiye kadar yılda iki kez yurt dışı turu da atabiliyordum. ‘Sınıf’ta da mortu çektim gördüğün gibi. Sınıf atladım diye değil üstelik; geldiğim yeri unuttuğum, hep kendi kendime sarf ettiğim için. Zihnimi tabula rasa kılarcasına işlevsiz bir metale çevirdiğim için. Kazandığımdan utanmayı geçtim, ele geçeni paylaşmadığım, self-ihtiyaçlar listesinde eli en iyi kalem tutan olduğum için. Beşerimden salt sermaye devşirdiğim; bir birikimim varsa ortada ardım sıra gelenlere bunu dergâh eyleyemediğim için.

Gırla arkadaşım var bu arada. Yalnız falan da değilim. Hem nasıl sosyalim, bir görsen... Hepsi malum hayattan çevremin. Renkli, eğlenceliler. Kürtlerden, Alevilerden ve tabii ki solculardan nefret eden, şimdi de Suriyelilere saran bir de kocam var. Devrimci geçmişimi sır gibi saklıyorum kendisinden. İşe başladığım yıllarda bana çok yakıştığından emin olduğum ve bin bir numarayla tavlamayı başardığım bu adamı sorsan seviyorum. Beni terk edecek diye korkudan ölmekle geçti yıllarım. Elim yüzüm kırışmasın diye altı ayda bir botoksa gidiyorum. Spor yapıyorum. ‘Pencere’nin de ağzını yüzünü dağıttım mı bir güzel! Ne düş kaldı ne coğrafya elde. Yakışığımdan, bana yakışandan ve özümden geçmiş et çuvalı gibiyim aslında, omurgasının onu terk ettiği. Senle başımızın gök çalılara çarparak en mavi bir gökyüzünü seyrettiğimiz, o cihan-ı alem artık rüyalarıma bile girmiyor. Öyle küstü bana yani.

Gördüğün gibi, dışında cila olan bir lağımdan, bok gibi bir hayattan sesleniyorum sana. Kıçım dara düştüğünde sığındığım her mekan birbirinin aynı. Zaman da her birinin içindeki boğuculukla akıyor. Atladığım sınıfta, altıma eşitleneyim diye aldığım her bir yükselti devrilip de takoz olmuş durumda ruhuma. Ağzımın içinde de dil yerine bir acı duman var sanki. Gırtlağıma yapışık. Soluğumu kesiyor. Düşürdü düşürecek beni yol üzerinde, hem de yüzüm üstüne. Ağzımdan burnumdan kan saçılacak birazdan. Benliğimden tekil bir varlık olarak bahsedemeyecek kadar yabancı benlerle doluyum. Didişip duruyorum her biriyle. Koflaşıyorum…

Bu hayatın bana giydirdiğini sandığım, oysa basbayağı kendi ellerimle seçip de üzerime aldığım bu gömleği çıkartmaya taze bir nefes gerek sanki. Şimdi. Gözünü seveyim bul beni. Bul beni de üfle dudağımdan içeri bir nefes. Umudum var hala birlikte nefes almaya. Haydi dik beni ayağa! Dik ki kaçalım. Kaçalım.