28. Adana Altın Koza Film Festivali’nin Onur Ödülleri Şerif Sezer, Haluk Bilginer ve Yavuz Turgul’un olurken, Ulusal Yarışma seçkisinde yer alan on film içinde üçü öne çıkıyordu.

Dik duranlara selam olsun

Hafta başında, Altın Koza’ya uzun yıllar boyu emek veren Kadir Beycioğlu’nu anarak başlayan 28. Adana Altın Koza Film Festivali zor bir yılı bugün geride bırakıyor. Geçen ay yitirdiğimiz Festival Yönetmeni Beycioğlu’nun yokluğunu hissettiren festivalin ilk gününde Orhan Kemal Emek Ödülleri töreni vardı. Bu yılın Emek ödüllerinin sahipleri değerli meslektaşım Sevin Okyay ve sinemamızın usta görüntü yönetmeni Ertunç Şenkay oldu. Önceki akşam düzenlenen yemekte ise, Yaşam Boyu Onur Ödülleri verildi. Ödül alan sanatçılardan usta yönetmen Yavuz Turgul rahatsızlığı nedeniyle törene katılamazken, Şerif Sezer ve Haluk Bilginer’e ödülleri sahnede verildi.

Şerif Sezer, meslek yaşamı boyunca birlikte çalıştığı yönetmen ve oyuncu arkadaşlarını onurlandıran duygu dolu konuşmasının ardından ödülünü Fatoş Güney’den alırken, Turgul’ın ödülünü kızı Nisan Turgul, yazar Eşber Yağmurdereli ve Festival Yürütme Kurulu Başkanı Menderes Samancılar’ın elinden aldı. Ödülünü Hale Soygazi ve Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın verdiği Haluk Bilginer, “Bu ödülü çok sevdiğim iki ustayla paylaşıyor olmaktan çok mutluyum” diyerek başladığı konuşmasını “Eğri zamanlarda dik duranlara selam olsun” sözleriyle noktaladı. Gecenin eleştirilere hedef olan yanı, Festival Yürütme Kurulu üyesi Nebil Özgentürk’ün Haluk Bilginer belgeselinden yaklaşık on dakikalık bir bölüm gösterilirken, Şerif Sezer ve Yavuz Turgul için aynı hassasiyetin gösterilmemiş olmasıydı.

Festivalde, Onur Ödüllerini kazanan ustaların ikişer filmi yer alırken, ’Ulusal Yarışma’da on, ‘Anadolu’nun Büyük Destancısı Yaşar Kemal’ bölümünde üç, Uluslararası Kısa Film Yarışması’nda yirmi, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması’nın farklı kategorilerinde yirmi dokuz, Adana Kısa Film Yarışması’nda altı, Dünya Sineması bölümünde on film gösterildi. ‘Türk Sinemasından Özel Gösterimler’in ve altı belgeselin de yer aldığı programda dünya sinemasına ayrılan yerin çok sınırlı olması bu yılki festivalin zayıf yönlerinden birini oluşturuyordu. Seçkiyi oluşturan arkadaşlar, bunun nedeninin festival ihalesinin çok gecikmesi olduğunu söylediler.

ULUSAL YARIŞMA

Bu satırları okurken, sizler yarışmanın sonuçlarını biliyor olacaksınız. Oysa, ben bu satırları yazarken yarışmadaki onuncu filmi henüz izlemedim. Az sonra, “Fuad” adlı filmi de izledikten sonra SİYAD Jürisini oluşturan arkadaşlarımla karar için toplanacağız. Ana Jürinin kararlarını da akşam yapılacak ödül töreninde öğreneceğiz. Bu nedenle izleyebildiklerim arasında bir değerlendirme yapmakla yetineceğim. Yarışmada yer alan dokuz filmden yaklaşık yarısının bu seçkide yer almayı hak edip hak etmediği, ön jürinin kararlarının ne denli sağlıklı olduğu çokça tartışıldı festival boyunca. Bunu bilebilmek mümkün değil elbette, elenen filmleri izleme şansına sahip olmadığımız için… Ama, kişisel kanım bu yılki seçkinin çok parlak olmadığı yönünde.

İzlediğim dokuz filmin yaklaşık yarısı ciddi zaaflar içeriyordu. Sinan Sertel’in ilk uzun metrajlı filmi “İçimdeki Kahraman” bunlardan ilki. Çizgi roman çizeri bir babanın ‘süper kahraman’ bir çocuğa sahip olma hayalini gerçekleştirme sevdasındaki bir gencin traji-komik maceralarını anlatmak üzere yola çıkan yönetmen, tutarlı bir dil kuramadığı gibi, ne bir üslup arayışı, ne de yaratıcılık içeren bir senaryo var ortada. ‘Kitch’e sığınmaya çalıştıysa, o da olmamış. Hangi yaş grubunu hedeflediğini bile anlamak mümkün değil. Kanımca, yarışmanın en zayıf filmiydi “İçimdeki Kahraman”.

Barış Sarhan’ın “Cemil Show”u ise, özden çok biçimle ilgilenen bir yönetmenin üslup arayışı ve kafa karışıklığının ürünü kanımca. Film izleme zevkini çoktan unutmuş bazı sinefiller için ilginç bir malzeme oluşturabilir bu ‘show’. Filmdeki renklerden ve açılardan derin anlamlar çıkartabilirler. Kendi payıma, estetik kaygısı olan bu genç yönetmenin sonraki filmlerinde önüne daha mütevazi hedefler koymasını dilerim. Ele aldığı temayı (bir Yeşilçam starına özenip, kendisi olmayı unutan bireyin yazgısını) mütevazi ve samimi bir dille anlatmaya kalksa belki hedefine ulaşabilirdi. Film sonrası söyleşide, “Cemil Show”un bir Yeşilçam parodisi olmadığını, çünkü Yeşilçam kavramının 70 sonrası sinemayı kapsadığını, kendisinin ise Metin Erksan ve Lütfi Akad gibi yönetmenlerin 50’lerde, 60’larda yaptığı filmlere göndermeler yaptığını söyleyen Sarhan’ın niyeti ile yaptığının taban tabana zıt olduğunu düşünüyorum. İki ustanın sinemasının, filmin kurgusu içinde tekrar tekrar karşımıza çıkarılan siyah beyaz film sahneleri ile ne ilgisi var? Bu ‘karikatür’ görüntüleri, Erksan’ın, Akad’ın sinemasına saygı sunuşu değil, saygısızlık olarak nitelendiriyorum.

Bir odanın içinde, iki kadın oyuncu ile zorlu bir maceraya girişen Erkan Tahhuşoğlu’nun filmi “Koridor” da derdini anlatmayan bir diğer yapım. Yönetmen, yaşlılık temasına hangi açıdan yaklaşmış anlamak mümkün değil. Haneke’nin “Aşk”ında iki yaşlı insanın ilişkisini nefesimizi tutarak izlemiştik. Oysa, bu filmde iki yaşlı kardeşin peşlerini bırakmayan hayaletleri ile birlikte yaşadığını anlatmak için yetmiş dört dakikayı cömertçe harcayan, iki değerli oyuncunun çabalarına karşın, izleyici ile duygusal bir bağ kuramayan bir yönetmenin ‘sanat filmi’ yapma çabasına tanık olduk . Gene de, jürinin iki oyuncuyu ödüllendirmesi ihtimal dâhilindedir. “Cemil Show”un başarılı kadın oyuncusu Nesrin Cavadzade’nin şansı yaver gitmez ise…

DEĞİŞİM ÖYKÜLERİ

Festivalin en didaktik filmleri, Muhammet Çakıral’ın “Lacivert Gece”si ve Nisan Dağ’ın “Bir Nefes Daha”sı idi. Tüm iyi niyetlerine karşın, klişelerden kurtulamayan, iyi çalışılmamış senaryoları ile daha başlarken sonunu ilan eden, yeni bir şey söylemeyen filmlerdi. “Lacivert Gece”, madenci kenti Zonguldaklı yoksul bir ailenin yaşadıklarını melodramatik bir dille anlatırken, aynı mekânı, aynı sorunları anlatan Yavuz Özkan’ın “Maden” ve Erden Kıral’ın “Yük”ünün başarısının çok gerisinde kalıyor. “Bir Nefes Daha”da, İstanbul’da uyuşturucu batağına saplanan, kendilerini ifade etmek için rap müziğe sarılan varoş gençlerinin dramına eğilirken, öyküdeki aşk hikâyesine inandırıcılık kazandırmakta zorluk çeken Nisan Dağ’ın yönetmen olarak geleceğinin parlak olacağına inanıyorum gene de. Filmin en iyi yanlarından birinin müzikleri olduğunu söyleyebilirim.

Gençlerin dünyasını konu alan bir film de, Ahmet Necdet Çupur’un belgesel filmi “Yaramaz Çocuklar”dı. Hatay’ın bir köyünde yaşayan ve genç yaşta ailesinden kopup, yurt dışında okumayı başaran bir gencin, aile baskısı altında bunalan ve bir çıkış arayan iki kardeşinin öyküsü üstüne kurduğu bir belgesel. Sevmediği bir kızla evlendirilen delikanlı ayrılıp, kendi yaşamını sürdürmek, genç kız da kente gidip okumak, özgürleşmek istiyor. Yönetmen, kamerasıyla onların bu mücadelesine tanıklık ediyor. Özellikle kadın izleyicileri etkilemeyi başaran bu filmin ödül listesinde yer alması olası. Ne var ki, önemli bir soruna parmak basan bu filmde, yönetmenin kendi ailesinin ‘özel’ini kamuya açmasını etik olarak doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Yönetmenin, Batılı izleyicinin ilgisini çekeceği kesin olan bir tema adına ailesini ‘kullanması’ ne ölçüde etik? Üstelik, filmin birçok sahnesinin sahte-belgesel (pseudo-documentary) bir nitelik taşıdığını düşünüyorum. Bir odanın içindeki tartışmada, tarafların kameranın varlığından etkilenmeden konuşması mümkün olabilir mi?

VE EN İYİLER

Geriye üç film kalıyor, ödül listesine girmeleri gerektiğine inandığım. Üçünden de birer cümle ile bahsedip, gerisini haftaya bırakayım, çünkü köşemin sınırlarını aşmaya az kaldı. Bu filmlerden ilki, yönetimi, kurgusu, oyunculukları, müziği ile bütünsel bir başarı içeren, kanımca bu yılın en özgün çalışması “Sen Ben Lenin”. Tufan Taştan’ın gözlem gücü ve mizah duygusu filmin sözünün daha da etkin olmasını sağlıyor. Elimde olsa, tüm oyuncu kadrosuna bir ‘ensemble’ ödülü verirdim. Diğer iki film ise, bazı zaaflar taşımalarına karşın seçkinin en iyileri arasında yer almayı hak eden, Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun “Dermansız” adlı felsefi-politik belgesel kolajı ve Mehmet Ali Konar’ın “Zin ve Ali’nin Hikâyesi” adlı şiirsel dramı. Kürt coğrafyasında yaşayan, oğlu güvenlik güçlerinin dur ihtarına uymadığı için öldürülen bir ananın acısını yalın bir dille anlatıyor Konar, ilk filmi “Renksiz Rüya”da olduğu gibi…