Almanya’da mimarlık okuyan küçük oğlumuz anlatıyordu. Kent Planlaması dersinde hocalarının sürekli üstünde durduğu şey iklim kriziymiş. Bundan böyle sıklıkla sel olaylarıyla karşılaşılacağını hesap ediyor ve kentleri buna göre planlamak gerektiğini anlatıyorlarmış.

Konutlar, yollar, parklar öyle yerleştiriliyor ki, kaçınılmaz olan olsa ve kenti sel bassa, hiçbir yol kapanmıyor, konutlar su altına kalmıyor. Ya ne oluyor? Kentin içine dağıtılmış parklar sel sularını kendilerine çekip toplayarak büyük göllere dönüşüyor. Sel geldiğinde göl, sel suları çekildiğinde de çocukların oynadığı, insanların gezip dinlendiği yemyeşil parklar.

Kentin topoğrafyasına uygun, olası su yolları hesap edilerek ne kadar çok park yaparsanız afetlerden o kadar korunmuş oluyorsunuz. Ve iklim krizinin sarstığı dünyamızda parklar, artık bir kenti yalnızca güzelleştirmek için değil, kentlerin ve kentin insanlarının yaşayabilmesi için zorunlu!

Oralarda mimarlık fakültelerinde bunları öğretiyorlar ama bizim buralarda başka başka şeyler yapılıyor!

Alın size Validebağ Korusu! İstanbul’da, Üsküdar’da, 1’inci Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı statüsüne sahip. Kentleri planlarken artık daha fazlasını yapalım diye çabalamamız gereken yerlerden biri…

Gelin görün ki AKP’li Üsküdar Belediyesi, ekiplerini toplayıp, polisleri yanına alıp, sabahın 5’inde moloz döktü buraya. Neredeyse 100 gündür bunlar olmasın diye nöbet tutan Validebağ Gönüllüleri’ni isyan ettirerek!

Validebağ’da yaşama sahip çıkılıyor aslında. Yasaların, Anayasa’nın çiğnenerek yaşamın yok edilesine karşı direnenler, eylemli olarak kentlerin ancak daha çok parkla birlikte var olabileceğinin bilincini inşa ediyorlar.

Öte yandan, yıllardır kenti rant olarak gören bir anlayış yerlerine beton dökerek, gökdelenler veya saraylar dikerek parkları yok ediyor!

Geçen gün, ABD’nin Saturday Evening Post gazetesinde 28 Şubat 1948 yılında, Ernest O. Hauser imzasıyla yayımlanmış, İstanbul’u anlatan “Türkiye Ödünç Zamanda Yaşıyor” başlıklı bir makale okudum. Türklerin eğlence hayatını anlatan şöyle bir bölüm vardı: “Onları dev nargileleriyle, hareketsiz ve sessiz, köşedeki kafenin camlarının arkasında görebilirsin; ya da Taksim Meydanı’ndaki Kristal’in dumanla dolu uçsuz bucaksız salonunda, taş suratlı ve asık suratlı, sahnedeki şişman şarkıcıyı dinlerken; ya da çarşıda yemek kokan tıklım tıklım lokantalarda, yağlı şiş kebap, pilav ve damlayan şerbetli tatlılara gömülmüş olarak. Ne yaparlarsa yapsınlar, üzgün yüzleri, eğlendiklerine inanmayı zorlaştırıyor. Kentin bir İngiliz sakini, ‘Ne zaman bir Türk’ü gülümsüyor görsem, günün geri kalanını kutlamak için izin alıyorum’ dedi.

dikili-bir-agacim-oldu-925302-1.

Demek İstanbullu İngiliz, o zamanlarda da, kenti paylaştığı Türk hemşerilerinin koşturduğu, gülüp oynadığı parklar görmemiş!

Ankara’da vardı öyle bir yerimiz. Atatürk Orman Çiftliği, AOÇ! Mimar olacak küçük oğlumuz yetişemedi ama büyük epey keyfini sürdü oranın. Sonra imara açıldı orası, talan edildi. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir saray yapıldı içine.

Şimdi, Çankaya Belediyesi ikinci bir AOÇ yaratma peşinde Ankara’da. Bademlidere mahallesinde 750 dönümlük bir alanın 500 dönümünü kent ormanı, 250 dönümünü de park yapıyorlar. Yurttaşların piknik yapacağı, çocukların da hayvanları doğal ortamında tanıyıp midilliye bineceği, koşup oynayacağı devasa bir alan. 20 bin ağacın dikileceği bir kent ormanı!

O İngiliz şimdi baksa, yüzümün güldüğünü görürdü. Ankaralı gazeteci ve yazarlar adına da ağaçların dikildiği ormanda benim de dikili bir ağacım var!