Yeni sömürgecilik süreci; modern dönemde olduğu gibi, açıktan izleme ve kontrole değil, genelde medyalar yoluyla, örtük kontrol sürecine dayanıyor. Panopticon (bir merkezden izleme ve kontrol) işlemi günümüzde yok sayılmasa da, synopticon/dikizleyicilik işlemi yoğun olarak devrededir.

Devletin/iktidarın dikizciliği söz konusuyken, tersi büyük çoğunluktan bahsediyorum. Synopticon küçük azınlığın, büyük çoğunluk tarafından dikizlenmesi işlemidir. İktidarın dikizleme işlemini gerçekleştirmesi doğrudan izleme olabildiği gibi iktidar bu işlemi televizyondan sinemaya, internetten sanal dünyaya kadar, medyalar aracılığıyla da gerçekleştirebiliyor. Bu araçlar vasıtasıyla hayatımızı hem medyatikleşiyorlar hem de zihinlerimizin efendileri konumuna yerleşiyorlar.

‘Voyeur’ kelimesi Fransızca kökenli ve ‘voir’ fiilinden (görmek) geliyor. Bu anlamda voyeur aslında görmek/bakmak ile neredeyse eşdeğer.

‘Voyeurism/dikizcilik/röntgencilik’ ise, birilerini haberleri olmadan gözetlemeye deniyor... Kavramın bugün geldiği noktada voyeur, artık seksüel bir amaç taşımak zorunda değil. Guy Debord’un dediği gibi: “Her şey gösteri toplumunun parçasıysa, gözetlenecek ya da bakılacak çok şey var demektir.” Paparazzi programları, sohbet görünümlü dedikodu programları, evlilik programları, reality şovlar, internet ve sosyal paylaşım ağlarının ve buradaki görselliğin/fotoğrafın narsist kullanımı toplumun ‘voyeur’a olan zaafını gösteriyor. Unutmayın; popüler kültürü birileri değil, bizlerin tercihleri yaratıyor…
Peki bu dikizciliğin matematiği nasıl çalışıyor? Yerimin yettiği ölçüde kısaca açmaya çalışayım.

“Görüntü-imge tüm nesneler gibi özneye göre ayarlanır, zira ister etkin ister edilgin olsun, özne onu karşılayabildiği ve bakışıyla destekleyebildiği için görüntüyü kurar.” (Jean-Luc Marion, Görünürün Kesişimi) Bu yüzden televizyon görüntüsü dikizciyi baz olarak alır. Dikizciyi görüntülerle tıka basa doldurur. Dikizci -yani seyirci ya da tüketici görüntüye maruz kaldığında, onu yönetmeye ve tanımlamaya başlar. Bilgiye ulaşma, dünyaya açılma ve güncele bağlanma ise külliyan bahaneleridir.

Dikizci nasıl görür? Dikizci yalnızca görmenin hazzı için görür. Görme ayartıcılığına sınır tanımadan kaptırabilir kendini. Görme zevki, her şeyi ve özellikle de görmeye hakkım ya da gücüm olmayan şeyleri görmenin hazzı ve ‘görülmeden’ görmenin hazzı, kendini başkasının bakışına açık etmeden, bana ait olmayana hâkim olma zevki... Hikâye bu! yani dikizci hem kaçtığı hem de görüntüde sahip olduğu dünyayla sapkın bir ilişki sürdürür.

Dikizleme arzusunu tatmin ettiği, tamamen ya da kısmen doyurduğu sürece ve doyurur doyurmaz her görüntü geçerli hale gelir. O zaman görüntü bu arzunun beklentisiyle uyumlu olmak zorundadır. Programcılar ve yapımcılar bu arzuyu hedeflemek ve tatmin etmek üzere çabalar. Bu görkemli ‘iletişim stratejileri’nin kendisi bir yüzsüzlük ilkesine dayanır: “Yayınlanan tüm görüntüler, kendi dikizcisi tarafından görülmek için, tam olarak onun görme arzusunu, sınırlarını ve taleplerini tatmin etmek zorundadır. Öyleyse her görüntü bir arzunun ölçüsünü imge/görüntü halinde yeniden üretmek zorundadır, yani her görüntü dikizcisinin idolü olmak zorundadır.” (Jean-Luc M.) Böylece görüntüyle birlikte, dikizci kendi arzusunun tatminini, yani kendi kendisini görür. Her imge/görüntü bir idoldür ya da hiç görülmemiştir bile.

Fotoğraf, fotoğraf makinesi ve fotoğraf sanatı, ‘dikizleme’yi kültüre, algılara ve sıradan bireylerin hayatına sokan ve bunu da kapitalist bir dayatmayla yapan en büyük etkendir. Fotoğrafın varlık kazanmasından sonra dünya üzerinde gözlemleme algısı evrim geçirdi. Yıllar içerisinde küçülerek cebimize giren fotoğraf makinesi işlevi de gören cep telefonları ise herkesi birer röntgenciye dönüştürdü.

Sanat alanında dikizci ise başka anlamlar barındırabiliyor. Oscar Wilde, ünlü romanı ‘Dorian Gray’in Portresi’nin önsözünde “Sanatın gerçekte yansıttığı yaşam değil, gözlemcidir,” der. Burada “bir gözlemci olarak sanatçı” kavramından bahsediyor. Baudelaire’in “flaneur” kavramında ise, sanatçı büyük şehrin lagunlarında gezen röntgencilik yapan bir nevi imge avcısıdır. Görüldüğü gibi sanat ‘voyeur’u dönüştürmüş.

Kısaca böyle. Orhan Veli’nin “Sere Serpe” şiirinin bugünkü yazının konumuna yakışacağını düşünüyorum; Uzanıp yatıvermiş, sere serpe; / Entarisi sıyrılmış, hafiften; / Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor; / Bir eliyle de göğsünü tutmuş. / İçinde kötülüğü yok, biliyorum; / Yok, benim de yok ama… / Olmaz ki! / Böyle de yatılmaz ki!