İlke Kamar “24 Mart 1976’da Arjantin’de bir darbe daha olmuştu, aynı gün on beşime basmıştım. Gelecek planlarının ve hayallerin tohumlarını atacağım, ben olgunlaştıkça onların meyve vereceği bir dönem başlamalıydı aslında hayatımda. Buna ülkem olanak sağlamalıydı” …Cümleleriyle başlıyor Gloria Lise’nin Şafakta Ayrılık kitabının giriş bölümü. Uzun süreli askeri diktatörlükle bağlantılı şiddet ortamını, yazma ve yaratma sürecini […]

Diktatörlük döneminde geçen bir hikâye!

İlke Kamar

“24 Mart 1976’da Arjantin’de bir darbe daha olmuştu, aynı gün on beşime basmıştım. Gelecek planlarının ve hayallerin tohumlarını atacağım, ben olgunlaştıkça onların meyve vereceği bir dönem başlamalıydı aslında hayatımda. Buna ülkem olanak sağlamalıydı” …Cümleleriyle başlıyor Gloria Lise’nin Şafakta Ayrılık kitabının giriş bölümü. Uzun süreli askeri diktatörlükle bağlantılı şiddet ortamını, yazma ve yaratma sürecini anlatan yazar, yaşadığı acı veren deneyimin ona neler hissettirdiğini bu bölümde özetliyor. Lise, daha çok dönemin dikkat çekici olaylarını sıradan insanların yaşamını konu edinerek anlatırken, tarihi bilgileri birebir kullanmak yerine hayal gücüyle yeniden anlamlandırma ve kurgulama yöntemine başvurur. Lise romanda diktatörlük döneminde yaşananları, şiddet ve işkenceler üzerinden ele almak yerine yarattığı karakterin kişisel hikâyesi üzerinden anlatıyor. Ve ülkede yaşanan olayları bütünüyle romana taşımıyor. O yılları hatırlamak gerekirse: Arjantin’de askeri yönetim yılları, kayıp oranlarının yüzde 40’a ulaştığı, insan haklarının korunmasının neredeyse ortadan kalktığı, temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı, yasal olmayan şekilde tutuklananların, sürgünlerin yaşandığı bir dönem. İşkenceler ve infazlar… Bu dönemde medya da büyük bir baskı altındadır. Birçok gazete, dergi, radyo ve televizyon kanalı olaylara ilgisiz kalır ve askeri yönetimi destekler.1955 darbesinin en önemli sonucu Arjantin’de parlamenter rejimin 1983’e kadar fiilen ortadan kalkması ve devletin tüm işlevleri askeri bürokrasinin denetimine girmesiyle sonuçlanır. Askeri darbe olan birçok ülkede yaşananlar benzer şekilde Arjantin’de de yaşanır; şiddet, toplumsal çatışma her geçen gün artar, binlerce insanın hayatını kaybeder.

İşte Şafakta Ayrılık, 1976-83 yılları arasında Arjantin’de gerçekleşen ve ‘Kirli Şavaş’ diye adlandırılan dönemin kişisel hikâyesini Berta isimli genç bir tıp öğrencisi kadın üzerinden anlatan bir roman. Zalimliğin ve hukuksuzluğun olduğu ortamda sessizliğe karşı çıksa da; ülkesinden gitmeyi tercih eder Berta ama tek başına bu değil. Şafakta Ayrılık aynı zamanda yaşamı denetlenen, özgür olamayan kadının konumlandırılışını bize gösterir. Toplumsal ve kültürel algılardan etkilenmiş genç bir kadının, Berta’nın hikâyesinin ayrıntıları teorik, politik en çok da yaşamsal pratikler üzerinden anlatılır. Örneğin annesi ve teyzesinin inandığı değerler ona biçtikleri hayat planı tam da toplumun istediği gibidir. Gelenek, din ve toplumsal ahlak başat unsur olarak etkisini gösterir. Yaşanılan ortam, uzantıları bakımından cinsiyet şiddetine yönelik alışılageldik tepkileri de görünürleştiren bir zemin oluşturur.

Renkli çizgi romanlardaki gibi

Hikâyenin geçtiği kırsal bir bölge olan Tucuman’da başa gelen talihsizlikler hiç yaşanmamış gibi devam eder. Ve ‘kurtarıcının’ kadın karşısında yerini hep koruduğu bir efsane hüküm sürer. Yazarın benzetmesiyle renkli çizgi romanlardaki gibidir algı. Kelimeler azdır. Mutlu sonludur çoğu. Ve İsa’dan gelecek mucizeler de tüm talihsizliklerin geçeceğine dair bir umuttur. Katolik Kilisesi’nin öncülük ettiği muhafazakâr politik güçlerin baskısını sürdürdüğü gelenekçi kadınlık rolleri hiç durmadan tekrarlanır. Bitmeyen ev işleri, yemekler, oya işi masa örtüleri, çiçek saksılarıyla donatılmış pencereler… Ne uygun görülmüşse, beklentilerin hâkimiyetinde, geleneğin izinde bir yaşam sürüp gider. Yazarın bu işleyişe görünür biçimde eleştirileri var elbette. Özellikle romanın bazı bölümlerinde bunu açıkça dile getiriyor. Yaşanılan yer ve zaman farklı olsa da kitabın günümüze de ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. Kadın üzerindeki hiyerarşiye ve emek sömürüsüne karşı mücadeleci bir ruhu yeniden canlandırması açısından kitabın ilham verici olduğunu söylemek gerekiyor.

Baskı ve şiddet ortamı

Lise, gözlemci gerçekçilikten yola çıksa da Berta karakterini anlatırken kurgusunda Lise’nin gerçek yaşamı giderek parçalanır ve başka bir biçimde karşımıza çıkar. Yitirmeyi, baskı ve şiddeti hatta ölümden kaçışı Berta Cristina adlı kahramanın gözünden görürüz. Geçim sıkıntısı çeken bir ailede ailenin tüm yükünü omuzlayan bir annenin çabasıyla okur, hiç istemediği halde ülkesinden vazgeçmek zorunda kalır. Eğitiminden, sevdiklerinden, yaşadığı sokaktan evinden uzaklaşır. Berta’nın saklanma ve İspanya’ya sürgün edilme hikâyesi, cunta döneminde yaşananların yalnızca bir bölümünü yansıtıyor. Berta her ne kadar yaşanan olayların ilk döneminde vazgeçip kaçmayı, apolitik olmayı tercih etmişse de kendinden daha şansız olan; ülkesinde kalanların haberlerini hep alıyor ve bunu aktarıyor romanın bazı bölümlerinde. Ülkedeki gergin ortamı kitabın bir bölümde şöyle ifade ediyor yazar: “Tucuman’daki insanları düşündü; onun gibi sıradan insanları, saçlarından sürüklenen, elleri arkalarında bağlanan araba bagajlarına tıkılan insanları. O insanların çığlıkları, sesleri çoktan susturulmuşların çığlıklarına karıştı kulaklarında. Atılan tekmelere, başkalarına atılan o binlerce milyonlarca tekmeye ağladı; yaralarını morluklarını, soyulmuş tırnaklarını, bir daha asla hiçbir kelimenin dökülemeyeceği biçimsizleşmiş ağızlarını gördü.” Lise, savaş döneminin öznelerine ‘izm’ler listesine göndermeler yaparak da anlatıyor.

Gloria Lise‘nin aynı zamanda müzisyen olması, kitapta hem kurtuluş hem de direniş imgesi olarak bir rol üstleniyor: Berta, yolculuk ederken radyoda bir tango çalmaya başlar bu melodi onu öyle çok etkiler ki tüm yitirdikleri aklından geçer. Jorge Sorbal, Fuimos / Neydik Eskideni söyler. Sözlere de keman eşlik eder: Unuttuk biz asla doğmayan ve asla gerçek olmayan o sakin akşamına bir an olsun bakamayan yolcuyduk biz ne bir şey isteyen ne ağlayan ne de dua eden O yolcuyduk biz, ölen. Tıpkı bu sözlerde olduğu gibi kitabın genelinde değiştirilemeyen, dönüşüme uğramış ortamın nasıl bir acımasızlık içerdiğini hissettirir bize yazar.