Diktatörlük nasıl kurulur?, Sanat ne işe yarar?

“Hükümdarlardan, devlet adamlarından, halklardan, tarih deneyinden ders almaları istenir. Ama deney ve tarihin öğrettiği de, halkların ve hükümetlerin hiçbir zaman tarihten bir şey öğrenmedikleri ve bunlardan alınabilecek derslere göre davranmadıklarıdır… Olayların kalabalığı içinde genel bir ilke, geçmişteki benzer koşulları anımsama yetmez; çünkü böyle solgun bir anı şimdinin fırtınası içinde güçsüzdür, özgürce yaşanan zamana karşı koyamaz.” (Hegel, Tarihte Akıl)

Siyasal propaganda kamuoyunu karanlık güçlerin aleti haline getirdikçe, bu iş için bilmez-bilirkişiler -kendi hayatlarına baktığımızda- düpedüz ahlaksız ve riyakârca vaazlar verirler. Giderek kamuoyu ve onun hassasiyetleri aklın ve ahlakın yerini alır, kâfirlik müminlik olarak pazarlanır, şirkçiler kelam sözü ediyormuş gibi görünür. Kısaca çoğunluk ve efkârıumumiye yapay olarak oluşturulur, akıl mantık ve bilim aptallık tarafından muzır olarak gösterilir. Toplum giderek karanlığın içine gömülür ve kendini bilmez olur.

Rasyonel, bilimsel ve ahlaki düzlemde eşitlik temelinin altı oyulduğu zaman, demokrasi ilkesi giderek sadece insanların sözde çıkarlarına bağımlı hale gelir. Artık toplumu ilkeler değil, maddi menfaatler yönetir. Ve bu menfaatlerin peşinde koşanların toplumu sürüleştirmek için çabalaması gündemi ve kamuoyunu belirler. Giderek toplum bilinçsizleşir. Bazıları ise fazla bilinçli ekonomik kuvvetlerin sözcüsü, eylemcisi ve kâr-edeni haline gelirler. İstibdada, yoğun ve şiddetli baskı dönemlerine karşı ilkeler, eşitlik, akıl ve bilim sözcülüğü oyunbozanlık olarak gösterilir. Ve halktan uzak, feraseti olmayan insanların milletin halini düşünmeden edilen düşünceleri olarak nitelenir.



Mesela, serbest pazar sistemi içinde, insan hakları düşüncesine dayalı kurumlar, iş güvenliğine dair toplumsal hassasiyet, refah getirecek gerçek anlamdaki kalkınma hamleleri, hükümeti ciddi olarak denetleme ve barışı sağlamada yararlı olabilecek toplumsal kurumlar giderek devre dışında bırakılır…

Durum esaslı biçimde değişir. Güçlü ekonomik gruplar gerçek bir iktisadi büyümeye karşılık gelmeyecek biçimde, verimlilik ve ekonomik olarak rekabet edebilir ürünlerin artı değerinden değil de, siyasi kararlar ile yüksek karlar elde etme peşinde koşmaya başlar…

Siyasal önderin ahlaksızca ve riyakârca, diktatörlük kurma hevesleri, burjuvazinin yüksek karlılık taleplerini karşılama vaadi ile birleşir. Direnen ve toplumsal taleplerin sözcülerini baskılayan bir yönetim biçiminin yolunu açar…

Bu eyleme karşı savunulacak, ilkelere ve eşitliğin türevlerine dayalı iktisadi, felsefi ve ahlaki önermeler, diktatörlüğe giden süreçte, zaten altı oyuldukları için, büyük bir yıkımın sonucunda anlamsızlaştırılır. Akla ve bilime dayalı itiraz kamuoyu tarafından yıkıcı ve oyunbozan olarak gösterilir.

Böylesi siyasi grupların bir heveslerini gerçekleştirme uğruna politik bir fırsat elde ettiklerinde, burjuvazi sisteme karşı çıkmaya ilkesel nedenlerle karar vermez. Hatta diktatörlüğe giden süreçte burjuvazi tarihinin en yüksek karlılık dönemlerini yaşıyorsa, bizzat diktatörlüğe gidilen sürecin aktif-pasif ama sonuçta bilinçli bir destekçisine dönüşürler.

Bu dünya halka çok şey vaat etmediği için, görünmez gelecekteki bir büyüklük, güçlülük, zenginlik vaadi Batı’da, Doğu’da ise iyice görünmezleşerek, bir başka âlemdeki cennet vaadi ile bütünleşerek karşımıza hurafeler, cisimsiz varlıklar, korku kaynakları, küçük artıkların verilmesi ile birleşince, halk zaten tarifi mümkün olmayan ölçüde sosyal güvencesini kaybettiği için, bir gelecek planı yapamaz hale düşer.

Toplumun bilmez bilirkişileri, ahlaksız ahlak-vaizleri, artık topluma hakikati olmayan vaatler vermeyi gündelik, sistematik hale getirirler ve yalanın dozu sürekli artar. Karşılığında kişisel menfaatleri ölçüsüz ve neredeyse karşılıksız olarak artar.

Diktatörlük heveslilerinin başarı şansı gördüklerinde eyleme geçmemeleri sadece aptallık olur. Hayat onları zaten uyanık ve fırsatçı yapmıştır. Her koşula ve duruma uyarlar ve asla kendi sözlerini çiğnemekten çekinmezler. Onları bu eylemden alıkoyacak tek düşünce, bir doğrunun, aklın ya da evrensel bir ilkenin çiğnenmesi değildir, asıl onları ilgilendiren kendi çıkarlarının tehlikeye atılması korkusudur. “Demokrasinin felsefi temeli” ve iç mantığı yıkıldıktan sonra, “diktatörlüğün kötü olduğu önermesi sadece bu diktatörlüğün nimetlerinden yararlanmayanlar için rasyonel olarak geçerli bir önerme haline gelir ve bu önermenin kendi karşıtına dönüşmesinin önünde teorik bir engel kalmaz.” (Horkheimer, Akıl Tutulması)

Böylesi sürecin başında ve gelişim sürecinde, aydınların, entelektüellerin, sanatçıların tam anlamıyla sürece engel olamamalarının tarihsel sorumluğu büyüktür. Sürecin başat suçluları onlardır, çünkü iktidara giden yolda onların desteği olmadan sürecin başarılması imkânsızdır.

İnsanlığın gelişim çağında ve insanlığın aydınlık dönemlerinde, bir sanat yapıtının amacı, dünyaya ne olduğunu söylemek ve dünyayı anlaşılabilir, kavranabilir ve dönüştürülebilir bir alan olarak tanımlamaktı. Dünya sanat eserinde yeniden yorumlanıyor, bütünlük ve gelişim çizgisi içinde bireylerin konumları toplumu anlamak için esas teşkil ediyorlardı. Sanat eserleri gerçekten bir toplumu anlamak için çok temel alanlara ve kişilere yöneliyor, o toplumun bilinçdışını görünür ve anlaşılır hale getiriyordu. Bu anlamda bu tip sanat eserleri aslında o toplumların bilirkişileri ve tarihçilerinden daha iyi o toplumları anlatıyordu. Bir çağın ruhu ya da gizemi geçmişin büyük eserlerinde gömülüdür, anlayana tabii ki.

Sanat yapıtının dünyayı anlamadaki esas niteliği, gücü ve değeri günümüzde kalmadı: Ahlaki ilkelerle toplumsal gerçeklik arasındaki gerilim ile, bireyin hedefleri ve toplumsal iktidar odakları arasındaki çatışma, toplumsal bilinçdışını sergileyen riya teşhirleri, çağın ruhunu simgeleyen zübüklerin eleştirisi, hakikati arayan büyük toplum yıkıcıları, köhnemiş üstyapıyı lime lime eden ezilenin bilinçli sözcüleri… Bunlar yerini değersizliğin ve alçaklığın yüceltmesine bıraktı: Hazzın ve dışkının entrikasına, kabullenilmişlik ile yenilgideki acıdan haz almaya, iktidarsızlaşmanın sonucu olarak geleceğin planlarını yap(a)mayan ve toplumsal yapının bütünün bilgisini taşımayan kararsız karakterlerin silik uzlaşmalarını büyük muhalefet gibi sunmalarına kadar envai çeşit aptallık çeşitlemeleri ve güzellemeleri günümüz sanatının karakteristiğidir. Diktatörlük gelmeden önceki dönemin sanat eserlerine bakıldığında, çoğunlukla uzlaşma, teslimiyet ve elbette para/haz/entrika kokan eserler başköşededirler. Neredeyse çağ kendi için bilinmez, anlaşılmaz, kavranmaz ve gelecekteki bürüneceği biçimler topluma, aydınlarına ve sanatçılarına göre bilinmezmiş ve hatta değersizmiş gibi gelir. Türkiye’nin son otuz yılının ünlü sanatçılarına bakın: Tek bir toplumsal meşruiyet elde eden ve toplumun bilinçdışına eleştiri/ve/ayna tutan, siyasi iktidarı deşifre eden ve alternatif bir hayatın söylemini ve nasıl gerçekleştirileceğinin propagandasını yapan eser yok gibidir. Kendini bilmeyen toplumların sanatı “estetizm gösterisidir”. Onu da diktatörler işine geldikçe kullanır, işine gelmedikçe kapısından uzak tutar, daha da ötesinde kapıyı gösterir. Diktatörlüğe giden yolda ödüllü sanatçı demek, teslimiyet nişanesi olarak ödül ve para kazanmış girişimci anlamına gelir.