Franco da her diktatör gibi egemenliğinin ilelebet süreceğine inanıyordu. Bu toplu mezarların bir kısmının İç Savaş sonrasına, hatta II. Dünya Savaşı sonrasına ait olması bile muhtemeldir

Diktatörlükler ve akıbetleri

FERİT BURAK AYDAR

Geçen günlerde İspanya’nın Valladolid kentinde faşist diktatör General Francisco Franco tarafından katledilen 200 kişiye ait bir toplu mezar bulundu. Bundan tam seksen yıl önce başlayan İspanya İç Savaşı’nda gerek “demokrat” İngiliz ve Fransızların gerekse de faşist Almanya ve İtalya’nın aleni ve zımni desteğiyle zafere ulaşan Franco, tam da bu yardakçılığın verdiği güvenle gerek savaş sırasında gerek sonrasında din ve milliyetçilik adına sayısız katliam gerçekleştirmişti. Bu nedenle olsa gerek, aynı haberde, henüz gün ışığına çıkarılmamış 2 binden fazla toplu mezar olabileceğinden bahsediliyor.

Avrupa tarihi Franco’yla aynı dönemde Hitler gibi kanlı bir diktatörü gördüğünden, sonrasında da özellikle Avrupa dışında kanlı rejimler eksik olmadığından, Franco’nun diktatörlüğü uzmanlardan bile gerekli ilgiyi görmemiştir. Franco’nun dinci diktatörlüğü sadece faşizm teorisi çerçevesinde değil, genel itibariyle otoriter-totaliter vb. adlar verilen diktatörlük rejimleri ya da olağanüstü devlet biçimleri içinde kıyıda köşede bırakılmıştır. Sözgelimi Hannah Arendt, Nikos Poulantzas gibi isimler İspanya’ya neredeyse hiç yer ayırmazlar. Oysa günümüzdeki (özellikle de dinci) diktatörlükleri anlamak açısından Franco rejimi daha önemli bir yer tutar.

Bunun birçok sebebi olmakla birlikte, en temeli “Büyük Güçler”in ikiyüzlü işbirliğine dayanıyor olmasıdır. 1945’te II. Dünya Savaşı’nın faşist güçlerin yenilgisiyle sonuçlanmasının ardından; Alman ve İtalyan rejimleri yıkılmış olsa da, savaşta faşistlere verdiği kaypak desteği vakitlice çekmiş olan Franco’ya, birkaç rötuşun ardından, diktatörlüğünü sürdürme şansı tanınmıştı. Bahşeden kimdi? Demokrasinin beşiği olduğu iddiasını dilinden düşürmeyen Batılı emperyalist devletler.

Bir mantık evliliği yapılmıştı. Franco rejimi BM’den ve ABD öncülüğünde kurulan yeni dünya düzeninden ilk başlarda dışlanmasına karşın, faşist rejimi ortadan kaldırmak için hiçbir adım atılmadı. Dünya savaşının akabinde başlayan Soğuk Savaş’ta SSCB’ye karşı Franco’nun komünizm düşmanlığı ve dinciliği önemli bir cephaneydi. Bu yüzden, ABD ve Avrupa demokrasileri bugün öncelikle mülteci akınına direnmek ve genel olarak (ne idüğü belirsiz) dengeleri korumak için bölgedeki diktatörlüklere sinikçe cevaz verdikleri gibi, o dönemde de yine demokrasi meftunu olduklarını unutmuş (!), Franco’yla birlikte iş tutmuşlardı.

Franco da her diktatör gibi egemenliğinin ilelebet süreceğine inanıyordu. Bu toplu mezarların bir kısmının İç Savaş sonrasına, hatta II. Dünya Savaşı sonrasına ait olması bile muhtemeldir. İspanyol rejimi İç Savaş sırasında ve sonrasında, güney Avrupa’nın tamamındaki en büyük toplama kampını kurmuştu: Bilinen 188 kamptan tam 500 bin kişi geçmişti. Faşist güçlerin dünya savaşını kaybedeceği anlaşılınca Franco içeride baskıyı bir kademe daha artırmış ve savaş sonlandığında belli demokratik tavizler vermenin kaçınılmaz olduğunu gördüğünden, alelacele onlarca infaz daha gerçekleştirmişti.

Ne var ki Franco’nun ölümsüzlük inancı boşa çıktı. Bütün muhalif partileri susturan, basını yok edip havuzlaştıran, işçilerin haklarını tırpanlayıp iş cinayetlerinde zirveye oynayan, cezaevlerini tıka basa doldurup işkenceyi alenileştiren, diğer ulusal toplulukların demokratik hak ve taleplerini yok sayan, sanatçılara ve aydınlara cadı avını reva gören vb. ve tüm bunları yaparken toplumu dinle uyuşturan Franco; yıllar geçip de diktatörlüğü yıkılmadıkça kan dökmeye daha bir güvenle devam etti. Tevekkeli değil, Ismael Saz Campos “İspanyol rejimi 1960’lardaki en ‘iyicil’ döneminde bile Mussolini rejiminin 1940 öncesi herhangi bir döneminde olduğundan daha baskıcıydı” der. Ama tarih karamsarların hesabına işlemiyor. Kimse Franco’yu rahmetle anmıyor; tarih Francolar yaşadığı için değil, Necmiye Alpaylar, Aslı Erdoğanlar, Murat Özyaşarlar, Rênas Jiyanlar olduğu için tarih olup uçmuyor.