Diktatörün kâbusu, Umut'un rüyası
GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN - @grkanoztan
2014’ün son akşamındayız, takvimlerin yeni yıla dönmesine çok ama çok az var. Uyuyakalan iki bedenin zihinlerinde gezinerek 2015’e doğru yelken açıyoruz. Müstebitin kâbusunda ah alan bir diktatörün hal-i pür melalini, Umut’un düşlerinde ise geleceğin güzel günlerini göreceğiz.
Saraydan kuyuya
Zamanında ‘bir gün gelecek bozkır ormana ev sahipliği yapacak’ diye dikilen ağaçların bulunduğu yerde bir acayip, kocaman saray. Heybetli rüküşlüğüne eşlik eden 1000 küsur odasının birinde uyuyakalmış bir müstebit. Yeni yıla saatler kala öfke ile kibrin tüm ağırlığı basmış üzerine; şakaklarından ağırlaşmış bedeni. Müstebitin kâbusunda önce “ak” duvarların arasında hayaletler gezinmeye başlamış. Sarayın en lüks odası balçık çamur bir futbol sahasına dönüşmüş aniden. Bizim müstebit takım elbiseleri yerine yırtık kramponla kendini sahanın tam ortasında bulmuş. Önce takım arkadaşlarına sonra skorboard’a bakmış. O da ne hezimete uğruyorlar, hemen kaptan olarak komutlarını vermiş, oyuncuların kulaklarını çekmiş ama nafile. Arkadaşları ‘paralel’ koştuklarından aralardaki boşluklardan sıyrılan karşı takım gol üstüne gol atıyormuş. ‘Paralelcileri’ kovmuş, yerine yeni bir orta saha kurmuş. Ancak top ne zaman onlarda kalsa üzerlerine yapışan balçıktan kurtulamıyorlarmış. Müstebit, tribünlerdeki taraftarları değiştirmeye karar vermiş, bunlar yeteri kadar tezahürat yapamadığından takım gol yiyor diye düşünüyormuş. Alev alev mürekkep yalamışlara, bin gölden türkü çağıranlara, hülyalı ev sahiplerine haber yollamış. O sırada havalanan top gözden kaybolmuş, müstebit topun peşinden koşarken kendini ilkokulunda bulmuş. Kocaman cüssesi ve üzerinde kara önlüğüyle şiir okuyormuş fakat kimse onu dinlemiyormuş. Mikrofonu sinirle elinden atmış ağlayarak doğru sınıfa koşmuş. Önce hayat bilgisinde “Müslümanların keşfettiği” Amerika’yı bulamayınca sinirlenmiş kitabın sayfalarını yırtmış. Annelikten anlamayanlar sorusuna feministleri, çekirdek aile tanımına ise beş çocuğu ekleyip söyleyerek kendini rahatlatmış. Kâbusta bir de başına matematikten sınav çıkmış, of ki of! Kindar ve dindar arkadaşlarını çok seven müstebit matematikte sadece sıfırlamada iyiymiş; sıfırla neyi çarparsan çarp sıfır oluru amentü diye ezberlemiş. Veballerin toplamı ve vicdan denklemlerini ise hiç bilmezmiş. “Yolsuzluk hırsızlık değildir” diyen hoca efendiye rağmen boş kâğıt vermiş sınıftan çıkmış; neyse ki koridor onu yeniden sarayına götürmüş. Tam rahat nefes alacakken sarayın içinde sesler duymaya başlamış. Bir yerden çapulcu mu desek faiz lobisi mi desek gürültüler geliyormuş, zemin sarsılıyor, avize sallanıyor, duvarlar çatlıyormuş. Önce ‘haşhaşiler’ saldırdı zannetmiş müstebit, sarayın korumalarına emir vermiş, ferman yazdırmış. Halbuki onu yerinde rahatsız eden okyanus ötesinden gelenler değil, özgürlüklerini alıkoymaya çalıştıklarıymış. Sarayın duvarlarında, uçakların bomba yağdırdığı canların silüeti belirmiş. Saray kan ve kemik kokuyormuş, parçalanmış bedenlerin feryadı müstebiti sağır edecek kadar yüksekmiş. Kulaklarını kapamış, kaçmak istemiş ama renkli bilyelere basınca yere kapaklanmış. Terörist ilan ettiği bir çocuğun ah’ına dolanmış sonra. Bir bakmış derin bir kuyuda, başucunda bir kitap; kapağında ‘oğluna anlatır gibi’ yazılı. Her bir sayfasında istibdadın kara hikâyeleri. Gözleri kararmışken duyduğu sesle kendine gelmiş. “Oh kabusmuş” diye düşünmüş, önüne konan gazeteye bakmış, mevsimlerden ocak değil Haziranmış, iktidar da çoktan avucundan uçmuş gitmiş. Tekrar uyumak istemiş, kâbus da olsa komutlar verdiği günlere dönmek için ama artık imkânsızmış.
Sapanın adı Umut
Müstebit kabuslarında gezinirken mütevazı bir evin salonunda ailenin küçük çocuğu Umut, her bir dalında kar bulutu umutlar taşıyan plastikten bir çam ağacının karşısındaymış; gözleri evin içindeki kırık dökük telaştan mutlu, ağacın göz kırpan ışıklarına takılmış kalmış. Umut okuldayken özenle paketlenmiş hediyeler sanki yaprakların arasından afacan afacan ona bakıyormuş. Günlerdir göremediği abisi çıkagelmiş, morluklar varmış boynunda, kollarında ama nedenini ona söylememişler. Üniversitede okuyan abinin etrafında kötü adamlar olduğunu bilecek kadar büyümüş ama Umut, faşist mi ne diyorlarmış onlara. Bir de polisleri hiç sevmiyormuş; zamanında babasını alıp götürmüşler, abisini de misafir ettiklerini duymuş fakat o bu misafirliği hiç sevmemiş, çok özlemiş abisini. Umut hediyesini açmayı dört gözle beklerken salyangoz gibi kıvrılıp sığındığı kadife kanepede uykuya dalmış. Önce babasını görmüş uzaktan, yanında Kazım adlı genç bir adam şarkı söylüyormuş, gülümsemiş babası Umut’a ve göğsünden bir kuş çıkarıp ona doğru uçurmuş. Tazecikmiş kanatları kuşun, kaşları kömür gibi, bedeni ipince. Kuş ona yaklaşırken birden bire esmer bir çocuğa dönüşmüş… Umut hemen tanımış arkadaşını kocaman gülümsemesinden; Berkin, babasının koynundan ona kanat çırpıp gelmiş; elinde gökkuşağı renklerinden bir uçurtma. O renklerin büyüsünü ve ahengini hatırlamış Umut, bir Haziran vakti sokaklar kendi adıyla inlerken barikatların üzerinde salınıyormuş gökkuşağı bayrağı. Sıcacık bir ekmek kokusunun ardından ferah sokaklarda koşmuşlar beraber. Sonra da her birinin içinde bin nefes bin güzel gün olan bilyelerini yuvarlamışlar geleceğe… O da ne! Bir bakmışlar karşıdan ellerinde silahlar hepsi aynı kıyafeti giymiş kötü adamlar geliyor; korkmuşlar çok ama ağabeyleri, ablaları imdada yetişmiş, dillerinde “simit sat onurlu yaşa” sloganıyla; anneleri ise halka yapmış pamuk şekerden. “Sık bakalım sık bakalım” diye bağırırken herkes, kötü adamlar gaz bulutu içinde önce ufalmış sonra kaybolmuş. Umut ile Berkin ise uzakta gördükleri parka doğru yürümeye başlamış. Tam o esnada Umut arkadaşlarıyla avazı çıktığı kadar yüksek sesle şarkı söyleyen abisini görmüş; beraberce gitmişler yanlarına. Abdullah bir yanda, Mehmet ve Ethem diğer yanda gözlerinde hayat, yüzlerinde yarınlar eğleniyorlarmış. Bir de sarı lacivert atkısıyla gülümsemenin en çok yakıştığı Ali İsmail’i görmüşler. Başı yüreği gibi kocaman olmuş Ali İsmail’in. Antakya’dan Tuzluçayır’a, Taksim’den Alsancak’a Haziranlarda direnen kim varsa oraya gelmiş. Artık özgürlüğün şarkısını korkmadan beraber söyleme zamanıymış. Umut düşlerin en güzelinde gezinirken annesinin sesini duyar gibi olmuş. Şefkatli mırıldanma ile gözlerini açan Umut’un elinde hediyesi. Açınca kutuyu bir de bakmış bir torba bilye, bir sapan ve gökkuşağından bir tshirt, hemen üzerine giymiş, eline sapanını almış ve adından bir top yapıp son gücüyle fırlatmış. Fırlattığı yerde 2015’in ilk saatlerinde bir müstebit tahtından düşmüş.
2015’e dair
2014’ün muhasebesini yaparken çuvaldızı kendimize batırmak, eksiklerimizi konuşmak, başardıklarımıza yenilerini katmak boynumuzun borcu. Bu yıl hem sosyo-politik hem de ekonomik açıdan hiç kolay geçmeyecek. 2015 genel seçimleri Türkiye’nin geleceğinde önemli bir dönüm noktası olacak şüphesiz. İktidarın bir seçimden daha tek başına hükümet edecek şekilde çıkmasının yaratacağı tahribatı geri çevirmek zor. O nedenle ister istemez seçimi de hedef alan bir siyaset izlemek gerekiyor. Anayasa tartışmalarının 2015’te yeniden alevlenme ihtimali ise çok yüksek. Başkanlık sistemine geçişin anayasal zeminde meşrulaştırılmasına karşı siyaseten direnmek, özgürlükçü ve emekten yana bir anayasa için diretmek acil bir gündem maddemiz olacak. Aynı zamanda 1915’in 100. yılı Türkiye’de milliyetçi bir dalganın yeniden büyütülmesinde manivela olarak kullanılacak gibi. Soğukkanlı ve sağduyulu bir tavırla bu milliyetçi dalgaya set çekmek, tarihle yüzleşmek ve yeni bir kolektif kimlik kurmak adına hayati. 2015’te Türkiye halklarının barış arayışının ne denli olumlu sonuçlar verebileceğin, ise reel siyasetin oyunlarından çok halkların iradesi belirleyecek. Bu nedenle milliyetçi tavır alışların ve önkabullerin her türlüsüne mesafeli durmak barışın ön şartıdır. Evet gündemin ne getireceğini tüm hatlarıyla kestiremiyoruz ancak şunu biliyoruz ki aşağıdan örgütlenmedikçe, var olan güçlerimizi birleştirmedikçe, siyaseti özgürlük-emek-ekoloji ekseninde yeniden kurmadıkça müstebitin kabusunun, Umut’un rüyasının gerçek olması zor. Hepinize güzel bir sene diliyorum…