Geçen salı GalataPerform tarafından düzenlenen Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi kapsamında ‘Dil’ adlı oyunun gösterimine metnin yazarı Şenay Tanrıvermiş’in davetlisi olarak gittim. ‘Dil’ tüketen, tüketirken kaybeden-kaybolan insanların öyküsü... Kendini ve birbirini tüketmekten, aynı zamanda “ötekilerin” dilinden de bahsediyor. İnsan mağazalardaki ürünler gibi etiket değerleri üzerinden önemsenmeye başladığında artık ‘şeyleşmiş’dir. Adorno’ya göre modernliğin birey somutunda görünümü bireylerin şeyleşmesi / yabancılaşması ya da hiçleşmesidir. Dil, şeyleşme, kaybolma/kayıplar... “Bu kadar kaybı olan bir ülkenin hiç kaybı yokmuş gibi davranması gerçekten büyük kayıp.” Şenay Tanrıvermiş bu kavram ve olguları oyunun ana hikâyesine yerleştirmiş.

‘Dil’ modern bir apartman dairesinde geçiyor. Bir aile ve tepelerinde devleti ya da toplumun baskılayıcı yönünü simgeleyen bir yetkili. Oyundaki Arzu, kendi kullandığı markası indirime girince sanki kendi değeri düşmüş gibi hissediyor. Oğlu Yiğit’le annesi arasında tüketim, merkeziyetçilik, şehirleştirme çılgınlığı üzerine gerçeküstü bir anlatım olmasına rağmen, olgu ve kavramlar düzleminde metnin gerçekçi olduğu söylenebilir. Yarattığı fantastik atmosferde zaman zaman kaybolanların, kayıpların, şeyleşmenin izini sürüyor.

Metnin gerçekliklerden uzaklaşmadığını Lukacs’ın şeyleşmeden kastı ile açıklayayım; “şeyleşme, deneyimler dünyasının, ticari alışveriş kurallarından türetilen tek boyutlu genellemeler vasıtasıyla sömürgeleştirilmesidir. Yaratıcı hikâyeler dolayımıyla değil, yalnızca, bir şeyin ne kadara mal olduğuna ve bir kimsenin onun için ne kadar ödemek istediğine göre değer ve kimlik biçilmesidir söz konusu olan. Bu ticari fetişizm, bilinç de dahil olmak üzere insani faaliyetlerin tümünü kapsar ve insan emeğine ve endüstriyel metalara bir tür aldatıcı özerklik yükler, öyle ki, bizlere onların itaatkâr izleyicisi olmak düşer.” Şenay Tanrıvermiş’in metni tamı tamamına uyuyor, o yüzden AVM’lerdeki tüketim çılgınlığını ön planda tutmuş. Honneth ise “kendi kendine -şeyleşme”’den bahsediyor -ki bunu en tehlikelisi olarak görüyor.- Bu da iş görüşmeleri, şirket eğitim programları, sanal seks siteleri, video oyunları gibi türlü faaliyette kendimizi diğerlerine sunma biçimimizde kendini gösterir. Yiğit’in elinden düşmeyen cep telefonu ve bilgisayar kumandası (internetin kesilme krizi sahnesi) ile yetkilinin cinsel tacizi sanal seks sitelerinden çıkmış gibi sürreel bir anlatımla iktidarın insanı esir alması boyutu...

Dil meselesine gelince en sade tanımıyla, insanlar arasındaki anlaşmayı sağlayan ve üzerinde ortak bir anlayışa ulaşılmış sessel simgeler sistemi. Bu noktada dil mekanizması, bir gösteren (kavram) ve bir gösterilen (dış dünyadaki bir nesne) arasındaki bağlantısallık kurulması yoluyla çalışmakta. Kimbilir belki de oyunun yönetmeni sahnede canlandırılan her anı perdeye yansıtmayı tercih etmesi bu yüzdendir. Canlı video tercihi sahneye tek bir açıdan bakan izleyiciye farklı açılar kazandırmak için düşünüldüyse yanlış bir tercih olmuş diyebilirim. Ancak tüketim kültürü toplumunun kamera ile olan fetiş ilişkisi düşünülerek bir anlam yüklendirildiyse; izleyicinin ne kadar videoya baktığı sorusunun yanıtı alınmış olmalı. Çünkü videoda değişik bir şey görmeyen seyirci kısa bir süre sonra görüntüyle değil sahnelenen oyunla ilgilendi. Afişinde işlediği vitrin mankenleri teması ise iyi.

Metinde AVM çok ön planda olunca tüketim kültürü sorunu, harcama fetişizmine sıkışıyor. Gerçi tüketim kültüründeki çeşitlilik -her şeyin tüketilmesi anlamında- diyaloglar arasında okunuyor ve ‘dil’de kendi dilinde tekerlemelerin söylenememesiyle karşılık buluyor. Ana dilde tekerlemelerin unutulması. Dil’in yitirilmesi, unutturulması, tek dilin egemenliğinin kabulü... İzlemeye değer.

Evet oyun böyle de, dönüp kendimize soralım bakalım: Ülkemizde kaç dil konuşuluyor biliyor muyuz? Ve bizlerin arasında “merhaba”, “nasılsın”, iyi günler” vb karşılaşma cümlelerini söylemeyi İngilizce, Almanca ya da Fransızca bilenlerimiz var da, beraber yaşadığımız insanlarımıza kendi dilleriyle basit bir hal hatır soranımız yok. Ne kadar yazık değil mi? Nedenleri yalnızca yukarıdaki teorik satırlarda gizli değil, pratikle de ilgili. Oysa yüzlerce yıl aynı coğrafyada birlikte yaşadık. Demek ki yeterince birbirimize dokunamamışız. Yazık...