1965’te Ankara’da en çok konuşulan dil Türkçe, ikincisi Kürtçe; İstanbul’da en çok konuşulan dil Türkçe, ikincisi Rumca’ydı. 1965 yılı nüfus sayımlarına göre Türkiye nüfusunun ana dilleri olarak 17 dil kayıtlara geçmişti. Bugün ne kadarı var, bilinmiyor.

Dil bayramları ve dil manzaraları

Geçtiğimiz hafta (21 Şubat) ‘Dünya Anadili Günü’ idi ve bu gün nedeniyle, ulus devletlerin Dil Bayramlarının öteki yüzü yeniden gündeme geldi. Öteki yüz, kendi dilleri için bayram icat eden devletlerin, kırıma uğrattıkları dillerin öykülerini kapsıyordu. Zira hâkim ulusal dil(ler) için ‘bayram’ olan durum, diğer dillerin çoğu için bir tür cenaze merasimi anlamına geliyordu.

Tecrübelerin gösterdiği gibi dünyanın değişik coğrafyalarında ulusal inşa, ulus kavramı dışında kalan kimlikleri olabildiği ölçüde görünmez alanda tutmuş ve/veya tasfiye etmeye çalışmıştı. Çünkü ulusun inşası, kendine ait saydığı coğrafyada, ulus dilinin inşasını da gerekli kılıyordu. Fransız ulusçuluğunda olduğu gibi kültürel birliğin temel sembolü olarak seçilen ortak dil, diğer dillerin asimilasyonunu mümkün kılacak ortamı da yaratmıştı. Alman siyasi geleneğinde ise ulus, soya dayalı olarak tanımlanmış ve Almanca, ulusal birliğin temeli olarak kabul edilmişti. Diğer ülkelerde de durum farklı değildi. Milliyetçi politikaların yol açtığı kırımlardan diller de etkilenmişti. Hatta denilebilir ki modern zamanlar, tam manasıyla dillerin kırımı dönemiydi.
Modern siyasal kurumlar olarak ulus devletler, ulusal inşa sürecinde kendi anadillerini de inşa etmek için çeşitli kurumsal araçlar geliştirmişlerdi. Ulus devletlerin kurucu ideolojisi olarak milliyetçiliğin başlıca aracı da ulusun dilini ayakları üzerine oturtmaktı. Bu yüzden milliyetçi aydınlar, dili özel bir çalışma alanı olarak ele almaktaydılar. Onlar için dil, ulusal uyanışın sembolüydü. Bundan dolayı dilin zayıflaması da bir anlamda ulusun ölümüydü. Dil kurumları büyük ölçüde aynı modern süreçlerde ortaya çıktı.

Küreselleşme ve diller

Bugün söz konusu modern tarihsel tecrübeye baktığımızda, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim, Kültür Örgütünün (UNESCO) 2000 yılında bir kararla 21 Şubat tarihini Dünya Anadil Günü olarak ilan etmesinin çok dikkat çekici olduğunu; hatta dil’in modernlik-küresellik geriliminin anahtar kelimelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.

Sosyal bilimcilerin farklı parametreden tartıştıkları küreselleşme olgusunun herhalde belirgin özelliklerinden birisi, modern dünyanın katı ulusallık hallerinin bir ölçüde gevşemiş olmasıdır. Bunun nedeni iletişim/ulaşım teknolojisinin olağanüstü gelişmesi ve sınırlar arası geçişkenlik imkânlarının artmasıdır. Bu durum küresel dünyanın, farklı dilleri keşfetmesini de sağlamıştır. Yerele ait olan ya da olduğu varsayılan diller, bu yeni ortamda kendilerini inşa edecek yolları ve araçları geliştirme imkânı bulmuşlardır.

Bunun sonucudur ki özellikle 1980’li yıllardan bu yana dünyada hem yerelin keşfi hem de modern dünyanın büyük ölçüde mezara koymaya çalıştığı diller için bir yeniden doğma imkânı ortaya çıkmıştır. Kimlik mücadeleleri olarak tanımlanan toplumsal hareketlerin bu özel türünün temel dayanağı da esas olarak dil olmuştur; ya da şöyle söyleyelim: Diller, küresel dünyanın etnik veya ulusal mücadelelerinde temel taleplerin başına oturmuştur. Dünyada birçok kurum, kaybolan ya da kaybedilen dillerin öyküleriyle ilgilenmektedirler.

Geçmişte ulus devletler, ulusun dili dışındaki dilleri nasıl tasfiye edebileceklerinin hesabını yapıyorlardı. Küresel dünyada yine ulus devletlerin çatı örgütü olan Birleşmiş Milletler ise büyük kısmı artık kaybolmaya yüz tutmuş dilleri nasıl yeniden inşa edilebileceğinin hesabını yapıyor. Dünya yaklaşık son elli yıldır yıldır bu ilginç deneyimi yaşıyor.

dil-bayramlari-ve-dil-manzaralari-986608-1.
12 Eylül Darbesi’nden sonra ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyası yapılmıştı.


Türk Dil Bayramı

Türk ulus kimliğinin inşası da bu genel eğilime uygun olarak tezahür etmiştir. 1924’te Türkçe resmî dil olarak anayasada yer aldığında, yeni rejimin yapacağı diğer çalışmalar da arka arkaya gelmişti. 1928’de lisanımızda Latin harflerinin suret ve imkan-ı tatbikini düşünmek üzere Maarif Vekaleti bünyesinde bir dil encümeni kurulmuş ve bir harf sistemi oluşturulmuştu. Bunu alfabe seferberliği takip edecekti. 1929’dan itibaren yeni alfabeyi kamu iletişiminde zorunlu hale getiren bir yasal düzenleme de yapılmıştı. 11 Kasım 1928’de Bakanlar Kurulu, yeni alfabe kanununun TBMM’de kabul edilmesinden on gün sonra tüm halkı bu harflerle okuryazar hale getirecek Millet Mektepleri Talimatnamesini çıkarmıştı. Hemen sonrasında Millet Mektepleri Teşkilatı kurulmuş ve 16-40 yaş arası yurttaşların yeni alfabe ile okuryazar yapılmasına imkân sağlayacak okullar kurulmuştu. Kısaca Türk ulusal dilinin inşasına hem yeni bir alfabe ile hem de eğitim dili olarak kullanılmasıyla başlanmıştı. Cumhuriyetin Türk dilini geliştirme ve yüceltme politikalarının fiili ayakları da geliştirilmişti. ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyaları herkese, Türkçe konuşmaya yönelik bir mecburi davetti. Bu kampanya İstanbul Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin 1928’de yapılan bir kongresinde alınan bir karara dayanıyordu. Kongre, İstanbul başta olmak üzere, azınlıkların umumi yerlerde Türkçeden başka bir lisan kullanmalarını yasaklamayı talep etmişti.

Türkiye, diğer ulus devletlere uyarak bir “dil bayramı”na da o süreçte karar vermişti. 1932 yılında Atatürk’ün katılımıyla düzenlenen I. Türk Dili Kurultayı’nın açılış günü olan 26 Eylül, bayram için uygun tarih olarak görülmüştü. Kurultay Başkanı Kazım Özalp, şair ve yazar Halit Fahri Ozansoy’un bu büyük toplantının Türk dilinin bayramı olması nedeniyle açılış günü olan 26 Eylül’ün Dil Bayramı olarak kutlanmasını teklif ettiğini bildirmiş ve kurultay üyeleri oy birliği ile önergeyi kabul etmişti. Kurultay konuşmacılarından Besim Atalay, “Beni sevindiren bu büyük bayramı, ben de büyük milletime kutlularım. Bayram milletimin bayramıdır. Bayram Türk budunun bayramıdır” diyerek dil bayramından duyduğu sevinci ifade etmişti. O günden sonra 26 Eylül Türkiye’de Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır.

1965 sayımı: Türkiye’de dil manzaraları

Dil bayramının pek çok sosyolojik/kültürel/siyasal etkisinden söz edebiliriz. Bunların bir kısmı Türkiye’nin dilsel çeşitliliğine dair toplumsal manzarayla birleşince daha da önem kazanmıştır. Bu bağlamda belgelere/verilere bakıldığında 1965 yılı nüfus sayımları son derece önemli bir dönemeci teşkil eder. Zira bu sayımın bir özelliği kimlik kategorilerini tespit etmeye yarayan anadiliniz nedir sorusuna verilen cevapların araştırmacılara açık olduğu son nüfus sayımı olmasıdır. Sonraki sayımların bir kısmında da bu soru vardır ama verilerini görebilme imkânı yoktur. İkinci özelliği, 1960’lı yıllar devletin nüfus politikalarındaki kırılmalarla ilgilidir. 60’lı yıllarda sistemin nüfusu çoğaltma politikalarından vazgeçilmiştir. Türkiye’nin ilk nüfus enstitüsü de yine bu yıllarda kurulmuştur. Öte yandan bu sayımda ortaya çıkan anadil haritalarına dair veriler, 1927 yılından bu yana sürdürülen nüfus ve dil politikalarının ne tür sonuçlar ürettiğini görme imkanı da sağlamaktadır. Bunlardan dolayı 1965 yılı Genel Nüfus Sayımı verileri kendi başına ele alınmayı gerektirecek önemdedir.

24 Ekim 1965 tarihli nüfus sayımına dair resmi belgede Türkiye’nin toplam nüfusu 31 milyon 391 bin 421 olarak tespit edilmiştir. Bu sayımın ilginç özelliklerinden birisi Türkiye’deki anadilleri “İslam Azınlık dilleri” ve “Diğer Azınlık Diller” olarak tasnif etmiş olmasıdır. İslam Azınlık Dilleri içindeki anadil verileri, yani bu dilleri, anadil olarak belirtenlerin sayıları şöyledir: Türkçe (28.312.788), Boşnakca (37.237), Arnavutça (40.688), Çerkesçe (55.030), Abhazca (7.836), Gürcüce (48.976), Kürtçe (1.752.858), Zazaca (112.701), Acemce (2.175), Arapça (357.058), Lazca (59.101), Pomakça (37.010). Diğer azınlık dilleri kategorisindeki bilgiler ise şöyledir: Ermenice (23.282), Rumca (82.144), İbranice (3.793), Bulgarca (47.092), Sırpça (59.578), Almanca (36.494), İngilizce (161.633), Fransızca (97.277).

Bu veriler 1927 nüfus sayımı verileriyle kıyaslandığında pek çok dilde radikal azalmalar olduğu göstermektedir. Fakat yine de bu diller, Türkiye nüfusunun bir kesimi tarafından ‘anadil’ olarak ifade edilip kayıtlara geçmiştir. Yani Türkiye’nin dilsel haritasındaki çeşitlilik bunca radikal politika ve pratiklere rağmen 1965 yılında varlığını hala büyük ölçüde korumaktaydı.

En çok konuşulan ikinci ve üçüncü diller

1965 nüfus sayımının verilerinden birisi de vilayetler düzeyinde en çok konuşulan dilleri tespit etmeye imkân sunmuş olmasıydı. Elbette bu veriler dönemin politik konjonktürü ve insanların hangi politik/kültürel ortamda sorulara yanıt verdikleri ile birlikte okunduğunda gerçek durumu tam olarak yansıtmıyordu. Zira insanlar anadili bilgilerini her zaman ve açıkça (üstelik kamu görevlilerine karşı) söyleyemezlerdi. Bununla birlikte anadil çeşitliliğine ilişkin somut bir bilgi de ortaya çıkmaktaydı. O yıllarda Türkiye’nin 67 vilayeti vardı ve bunlar düzeyinde ülkenin dil haritasına baktığımızda şu bilgiler görebiliyordu: Türkiye’nin 62 vilayetinde en çok konuşulan anadil Türkçe idi. Böyle bakıldığında bile Türkiye’nin beş vilayetinde (Mardin, Siirt, Diyarbakır, Hakkari ve Van) 1965 yılında anadilini Kürtçe olarak belirtenler ilk sırada yer alıyorlardı. Türkçe ikinci sıradaydı. Hatta mesela Mardin’de Türkçe ancak üçüncü sıradaydı, ikinci sırada Arapça geliyordu.

Daha ilginç olan ise en çok konuşulan ikinci diller bağlamında Türkiye’nin dil haritasının aldığı biçimdi. Her dili bir renk ile ifade etmiş olsaydık rengârenk bir harita çıkardı. Mesela Afyon, Balıkesir, Bilecik, Eskişehir, Kayseri, Manisa, Tokat ve Samsun’da en çok konuşulan ikinci dil Çerkesçe idi. Artvin, Burdur, Bursa, Giresun, Ordu ve Sakarya’da en çok konuşulan ikinci dil Gürcüce idi. Aydın ve Nevşehir’de en çok konuşulan ikinci dil Arnavutça idi. Edirne Kırklareli ve Tekirdağ’da en çok konuşulan ikinci dil Pomakça idi. İzmir, Kocaeli ve Kütahya’da en çok konuşulan ikinci dil Boşnakça idi. Bolu’da en çok konuşulan ikinci dil Abhazca idi. Çanakkale, İstanbul, Muğla ve Trabzon’da en çok konuşulan ikinci dil Rumca idi. Adana, Mersin, Hatay ve Mardin’de en çok konuşulan ikinci dil Arapça idi. Rize’de en çok konuşulan ikinci dil Lazca idi.

Adıyaman, Ağrı, Gaziantep, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Kars, Malatya, Muş, Dersim, Bingöl, Urfa ve Bitlis gibi büyük bölümünde zaten Kürtçe ve/veya Zazaca konuşulan vilayetler dışında; Amasya, Ankara, Antalya, Çankırı, Denizli, Zonguldak, Gümüşhane, Isparta, Kastamonu, Kırşehir, Konya, Maraş, Çorum, Yozgat, Niğde, Sinop, Sivas ve Uşak’ta da en çok konuşulan ikinci dil Kürtçe idi. Oysa bu vilayetlerin bir kısmında Kürt nüfus tahayyül bile edilmezdi.
En çok konuşulan üçüncü dile dair veriler de 1965 yılı Türkiye’nin dil manzarası açısından ilgi çekiciydi. Mesela Adana, Hatay, Mersin, Aydın, Burdur, Edirne, Eskişehir, Giresun, Kayseri, Kütahya, Manisa, Muğla, Nevşehir, Tekirdağ, Tokat, Trabzon, Rize’de en çok konuşulan üçüncü dil Kürtçe idi. Adıyaman, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Kars, Bingöl, Diyarbakır illerinde en çok konuşulan üçüncü dil Zazaca idi. Dersim de dahil, bu coğrafyada Zazaca çok daha geniş bir kesim tarafından konuşulmasına rağmen ilk nüfus sayımı olan 1927 yılından sonra uzun yıllar sayım belgelerinde yer bile almamıştı ve buna dair bir açıklama da yoktu. Diğer bazı şehir verileri de en çok konuşulan üçüncü dil açısından ilgi çekiciydi. Mesela İstanbul, Kastamonu, Uşak ve Ordu’da Ermenice; Denizli, Zonguldak, Gaziantep, Isparta, Muş, Urfa, Bitlis, Hakkari, Van ve Siirt’te Arapça; Afyon’da Rumca; Artvin’de Lazca en çok konuşulan üçüncü dildi. Geri kalan illerde Çerkesce, Pomakça, Boşnakça, Gürcüce, Abhazca, Arnavutça arasında adeta dengeli bir şekilde dağılmıştı.

Bugün olduğu gibi o zaman da Türkiye’nin üç büyük şehri olan Ankara, İstanbul ve İzmir’in verileri de aynı çeşitliliği göstermekteydi: 1965 yılında Ankara’da en çok konuşulan birinci dil Türkçe, ikincisi Kürtçe ve üçüncüsü Arnavutça idi. İstanbul’da en çok konuşulan birinci dil Türkçe, ikincisi Rumca ve üçüncüsü Ermenice idi. İzmir’de en çok konuşulan birinci dil Türkçe, ikinci dil Boşnakça ve üçüncüsü Pomakça idi.

Sonuç

Modernizm, ulus devletler eliyle dünyayı coğrafik ve kültürel olarak yeniden biçimlendirdiği zamanlarda başvurduğu başlıca araç birer kimlik kategorisi olarak anadilleri tespit etmekti. Bu tespit, söz konusu dillerin tescilini mümkün kılıyordu elbette ama devletler tarafından her türlü müdahaleye imkân da veriyordu. Bu anlamda nüfus sayımları ikili işlev üstlenmişlerdi. Türkiye de bu tecrübenin bir parçası oldu ve nitekim biz Türkiye’nin dilsel çeşitliliğine dair haritalara bu sayımların verileri üzerinden ulaşabiliyoruz.

1965 yılı nüfus sayımlarına göre Türkiye nüfusunun ana dilleri olarak 17 dil kayıtlara geçmişti. Bugün onların ne kadarı var, bilinmiyor. Çünkü Türkiye uzun süredir nüfus sayımları ya da başka araçlarla vatandaşlarına “anadiliniz nedir?” diye sormuyor. Bunun nedeni anadillerin önemini yitirmiş olması değildir kuşkusuz. Başka politik gerekçelerdir.

Soru şu: 21. yüzyılda bu dilsel çeşitlilik sadece bir kültürel miras olarak bile, gelecek kuşaklara taşınmalı ise bu nasıl yapılacaktır? Seçmeli derslerle mi?