Ne kadar çok şey var, dolmuş, ruhuma, kalbime beynime.

Tutarlılık adına, hiçbirinden fedakârlık etmeyeceğim.

Birincisi, 60’ını devirmiş ‘adam’a aile terbiyesi veremezsin: Her şey, 5-6 yaşına kadar olup biter. Şeker Bayramı’nda misafirlerine tatlı (muz, nane vb…) likörler ikram eden ailenin çocuğuyla, içkiyi, oturduğu sokağın köşesinde, duvar dibinde gazete kağıdına sarılmış –bazen de sarılmamış- mavi ispirto çeken keşin elinden tanımış insan, ölene kadar hiçbir zaman bir olamayacaktır: Sınıfsallık bir vakıa.
Sınıfsallık bir vakıa; ama, insan da haddini bilmeli…; yani, senin 9 yaşındaki kızları evlendirmeyi parlamentodan yasa diye çıkartma peşindeki gericiyle (Mısırlı Nursî), tamam sen bir, ahlâkdaş, duygudaş, fikirdaş ve de yoldaş olabilirsin; ama, ben de seni toplumdan tecrit etmeliyim.

Zeynep, benim, Ufuk Üniversitesi’nden talebem, birlikte öldüğü arkadaşı Nusrettin ise, tam kırk yıl ders verdiğim Gazi Üniversitesi’ndenmiş. Öteki kurbanlar; onlar daha mı uzaklar bana; tabiî ki değil; ama, aklımda kalmaları konusunda, benim kendi müktesebatım doğrultusunda bir hiyerarşi var: Daha anasının karnındayken babası ölen, onu hiç tanımadan büyüyen Destina’nın, bu sözcüğün ‘kader, alın yazısı, yazgı’ demek olduğunu bilen birinin aklında, ruhunda bırakacağı iz, her şeye rağmen, yine de daha farklı. Dedim ya, sınıfsallık bir vakıa; ama, rahmetli İsmet Paşa’nın kaydettiği üzere, kentlilik-taşralılık-köylülük iz-düşümü üzerinden de yol almış bir sınıfsallık: Küçük esnaf çocuğu olarak, İstanbul Kadıköy Bahariye’de oturmasaydık, ne Saint-Joseph’i görürdüm, ne ‘destin’in ne anlama geldiğini öğrenirdim, hayatımda.



‘Adam’, “devletin/milletin birliği, benim başta/başkan olmama bağlı” diyor; Allah bilir, kendisi de bu söylediğine inanıyordur da: 60’lı-70’li yıllarda Bakırköy’de yatanlar arasında da kendisini ‘de Gaulle’ sananlar en yüksek sayıdaydı. Kendisine karşı olmayı ‘devlete karşı suç’ hâline getirdi, işte bu ‘akıl’la. ‘Terör’ü yeniden tanımlayalım diye talimat veriyor, pek şerefli, haysiyetli ve şahsiyetli yandaşlarına. Seray Şahiner’in akıbetine uğramamak için, belirteyim, “pek haysiyetli vb…” derken, kesinlikle ironi falan yapmıyorum: Süleyman Soylu’nun ‘soylu’luğu tartışılabilir mi; AKP’ye iltihak etmeden önce söyledikleriyle şimdi söyledikleri karşılaştırıldığında.

25 yıldır söylediğimizi tekrarlayarak devam edelim: ‘Terör’ diyen ya Amerikan maşası bir hain, ya bir zır cahil, ya da kendisini akıntıya kaptırmış bir gafildir. Terör’ün tam karşılığı ‘dehşet/tedhiş’tir; yani, insanların ruhuna korku salıp yapacaklarını yapamaz, söyleyeceklerini söyleyemez, yazacaklarını yapamaz, gidecekleri yere gidemez, kısacası mefluç hâle getirmek ve de sözlük tanımı, ‘bir hükümet veya grubun her türlü siyasal muhalefetin belini kırmak üzere sert, şedit (şiddete dayanan), keyfî, yasa tanımaz istisnaî (olağan-dışı) tedbirlere başvurması’.

Söylenecek daha çok şey var; ama, yazımızı, İstanbul’da 17 yaşındaki Serap kızı Molotof koykteyli atıp yakan ve KCK’lı diye yargılanan caninin, mahkemede MİT elemanı olduğunu itiraf ettiğini, ve bu gerçeğin, yargılama yapılırken İçişleri Bakanı olan canlı tarafından da, ancak kendisi bakanlıktan azledilip AKP’den atıldıktan sonra açıklandığını belirterek bitirelim derken, mutlaka şunu da ilave etmeliyiz ki, kavramlara götürmeyen sesler çıkartma (nida, beddua, küfür, hakaret, anırma, havlama, miyavlama, kükreme vb…), tamam, insan tarafından da gerçekleştirilebilir de, kavram, bu arada ‘tedhiş’, yani cahil, gafil ve de hain taifesinin ağzındaki hâliyle ‘terör’, her ‘ali kıran baş kesen’in keyfine göre içlemi değiştirilecek bir şey değildir.