Bugün CHP’nin “Eğitimin üç şartı çalıştayı” var. O üç şart; bilimsellik, laiklik, adalet!

Haziran Hareketi de 9-10 Eylül’de Laik Eğitim Kurultay’ı düzenliyor, 17 Eylül’de de İstanbul Kartal’da bir Laik Eğitim Mitingi yapacak.

Eğitim önemli, laiklik önemli… Adalet Kurultayı sonuç bildirgesinde eğitimde adalet denilirken “laiklik” sözcüğünü kullanmaktan sanki özellikle kaçınılmıştı; bunu yanlış ve tehlikeli bulmuştum.

Müfredatın ne hale geldiği ortada! AKP, eğitime müdahaleleriyle, insanımızın düşünce sistemini ele geçirmeye çalışıyor.

Davranışlarını bilgiye değil, inanca dayandıran bir nesil yaratma peşinde. Din dersinde çocuklara “kocaya itaatin ibadet” olduğunu öğretiyor. Geldiğimiz noktada; takım elbiseli, kravatlı genç AKP yöneticileri, “dünya düzdür” tezlerini “ilginç” bulup yayıyorlar!

Laikliği, bilimsel eğitimi kaybettiğinizde, onun ayrılmaz parçası olan dilinizi kaybettiğinizde, dilin belirlediği bilincinizi de teslim ediyorsunuz. AKP’yi ya da mevcut sağ hegemonyayı onun içinde kalıp, onun dilini kullanarak değil, ancak bir karşı hegemonya kurarak alt edebilirsiniz.

Haziran’ın eğitim ve laiklik vurgusu bu nedenle son derece isabetli.

Türkiye’nin mevcut konjonktürü ve 2019 seçimlerinin yaşamsal önemi; orada yüzde 50+1 alınamazsa her şeyin sonu olacağı algısı, sosyal demokrasiye yıllardır hâkim olan sağa yaklaşıp oradan oy alınmadan iktidar olunamaz düşüncesini pekiştiriyor.
Bu türden matematik hesapların siyasetin dilini de zapt etmesi, başarının değil başarısızlık ve kaybetmenin garantisi oldu, olacak.

Matematik doğru; ancak oradan hareketle karşıdakiler ne der kompleksiyle siyaset yaptığınızda kazanmıyor kaybediyorsunuz. Bunu anlamak için “Ekmeleddin” hamlesinden başka bir örneğe gerek var mı?

Adalet Kurultay’ında “vatan sol olsun” denildiğinde coşan CHP kitlesi, sağdan konuşmacıları olgunlukla dinledi. Bu konuşmacı tercihleri; kutuplaşmanın vardığı şu noktada, adalet, özgürlük, demokrasi gibi temel taleplerde mevcut CHP/sol sınırlarının dışında bir buluşma amacıyla yapılmıştır ve anlaşılabilir.

Ancak, sonuç bildirgesinde “laiklik” dememek, Kürt sorunundan söz etmeden ve ona bir gönderme olabilecek “barış” sözcüğü yerine de “huzur” demek, kazanmak istediğiniz çevrelerin diline öykünmekse, kendinizi kazanmak istediklerinizin sizi kazandığı bir noktada bulursunuz!

Dil, bilincimizi belirler; belli bir düşünme ve algılama biçimine dil üzerinden ulaşırız. Dil, düşünceyi ifadenin en üst formudur; kendimizi onunla bilir, gerçekliği onunla kavrar ve davranışlarımızı onunla kontrol ederiz.

Bira içen iki kişiye AKP’lilerin göstereceğinden daha şiddetli tepki gösterilmesinde, dile ve düşünceye “karşı taraf korkusu”nun hâkim olması var! Siyasal özne olmak kalabalığa bakıp kendini değiştirmek değildir; siyaset değişmek için değil değiştirmek için yapılır!

Bunları söylerken Türkiye’nin bir tek adam rejimine dönüşmesine ve bu süreçte 2019’un önemine sırtımı dönmüş olmuyorum.
Referandumda “Hayır” diyen çevreleri daha da genişletip güçlendirmek ve 2019’da birlikte “evet” diyebilecekleri bir programın oluşması için çabalamak, aday isimlerinden önce bütün adayların kendilerini bağlayacakları böyle bir sözleşmeyi ortaya çıkarmak şart.

Ancak, parlamenter demokratik sistem içerisinde, yeni bir anayasa ile, hukukun ve adaletin hâkim olduğu bir toplumda eşit ve özgür vatandaşlar olarak hepimizin bir arada yaşaması talebine dayalı bir toplumsal sözleşmede anlaşabilmek için dilimizden, önceliklerimizden vazgeçmek gerekmiyor.

Sol, cesur, özgürlükleri ve adaleti önceleyen; HDP’ye yaklaşırsak ne derler, içki içersek ne söylerler komplekslerinden arınmış; siyaseti AKP’nin hapsettiği yerlerden çıkarıp alanlara taşıyan eylemli bir dille derdimizi anlattığımızda kendi dışımızdakilere ulaşamayacağımızı sanmak, kendimizden vazgeçmek olduğu kadar tek adam rejiminden rahatsız sağ/muhafazakâr kitlenin bu rahatsızlığında samimi olmadıklarını da düşünmek değil midir?