Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Dil, tarihsel ve toplumsal bir varlık olarak, insanların birbirleriyle anlaşabilmelerini sağlayan en gelişkin iletişim aracıdır. Bu araç aynı zamanda kültürel öğelerin kuşaktan kuşağa aktarılmasına ve toplumda tarih bilincinin oluşmasına yardım eder. Öte yandan dil; sanat ve yazın ürünlerinin de başlıca yaratım aracıdır.

Türkçenin büyük ustası, dil bilincimizin Kutupyıldızı Nurullah Ataç şöyle diyor:

“Dil, bir uygarlık olayıdır. Bir uygarlığın kurduğu dil, başka bir uygarlığın düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeye. Bir ulus uygarlığını değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır.”

Dil ve ideoloji arasında yakın bir ilişki vardır. Bu ilişki, “söylem”lerimizde somutlaşır. Çünkü dil, anlatım ve aktarım aracı olarak, son çözümlemede egemen ideolojinin taşıyıcısıdır. Yaşamın her alanında bu etkileşimi görebiliriz. Marksist edebiyat kuramcısı Terry Eagleton, dil ve ideoloji ilişkisini irdelerken, “İdeoloji, belli insan özneleri arasında, dilin belirli etkiler yaratmak amacıyla fiilen nasıl kullanıldığıyla ilgili bir şeydir” diyor.

Toplumsal-kamusal her alan gibi diller de kuralsız değildir. Türkçenin de kendine özgü yasaları, kuralları, yapısal özellikleri olduğu göz ardı edilemez.

Geçmişte, Türkçenin doğru kullanımı ve yeni türetimlerle varsıllaşması yolunda daha duyarlı bir ortam vardı. Çok eskilere gitmeye gerek yok. 1960’larda Asım Bezirci’nin “Halis Acarı” takma adıyla Dost dergisinde yeni sözcükler türetme çabasını anımsıyorum. Aziz Nesin, Akşam’daki “Az Gittik, Uz Gittik” başlıklı köşe yazılarının altına, yazısında geçen öz Türkçe sözcüklerin anlamlarını açıklayan küçük bir “Sözlük” koyardı. Böylece, yeni türetilmiş sözcüklerin daha geniş kesimlerce öğrenilip yaygınlaşmasına katkıda bulunurdu. Ömer Asım Aksoy, Türk Dili dergisinde, basındaki dil yanlışlarına ilişkin çok yararlı bir bölüm hazırlardı... Ali Dündar, Ali Püsküllüoğlu, Ahmet Miskioğlu, Sevgi Özel, Osman Bolulu, Feyza Hepçilingirler ve daha başkalarının bu alandaki emeklerini de saygıyla anmak isterim.

Türkçe konusunda titizlenenler, kaygı duyanlar ve sürekli yazanlar, nedense dilbilimcilerden çok, dili yoğurup biçimlendiren, yeniden üreten yazarlar, ozanlar oluyor. Bu durum, Dil Devrimi’nin ateşli savunucularından Doç. Dr. Suat Yakup Baydur’un (1912-1953) da dikkatini çekmiş olmalı ki, değerli dilbilimci, “Dil ve Kültür” adlı kitabının girişinde şöyle diyor: “Son zamanlarda meslek ve görüş bakımından çeşitli kimselerin gazetelerde Türk dili üzerine yazdıkları makalelerle karşılaşıyoruz. Dil üzerine yazılarını okuduklarımız arasında bir filoloğun yahut bir dil bilgininin bulunmayışı, bana bu eksikliği tamamlaya çalışarak meseleyi bir filolog olarak geniş okuyucu yığınının gözü önüne sermek kararını verdirdi.”

Örneklere baktığımızda, Dr. Baydur’un değindiği durum açıkça görülüyor. Örneğin bir dönem basındaki “dil yanlışları”nı sergileyerek bu konuda hepimize yol gösteren Ömer Asım Aksoy, çoğumuzun sandığının tersine, dilbilimci değildi. Böyle düşünülmesinde, sanırım onun uzun yıllar Türk Dil Kurumu’nda Genel Yazman olarak çalışmasının önemli payı vardır.

Başka örnekler de verebilirim. Sözgelimi Nurullah Ataç da, Cevdet Kudret de, Melih Cevdet de, Tahsin Yücel de akademik dil eğitimi görmüş kişiler değildi. Ama hepsi de Türkçe üstüne çok kafa yormuş, dilimize ciddi katkılar yapmış yazarlarımızdı.

Tabii Prof. Dr. Doğan Naci Aksan, Beşir Göğüş ve Emin Özdemir gibi öğretmenlerimizin de dilbilimci olarak Türkçeye büyük emeklerini unutmamak gerekiyor…

Türkçe konusunda kalem oynatan yazarların hepsinin aynı görüşte oldukları söylenemez. Örneğin Şiar Yalçın ve Hakkı Devrim, Türkçeden çok Osmanlıcanın doğru yazılıp konuşulmasına dönük bir yaklaşım içindeydiler. Hele HakkıDevrim’in tutarlı bir dil siyasası yoktu. Kimi zaman Türkçe sözcükleri savunur görünse de, “sual”, “cevap”, “mesele”, “sebep”, “kelime”, “itina” gibi, Türkçede oturmuş karşılıkları bulunan Arapça sözcükleri kullanmaktan bir türlü vazgeçmedi.

Ömer Asım Aksoy, “Dil Yanlışları” adlı yapıtının önsözünde, “Dil kuralları, kamunun ortak bilinciyle oluşmuştur” diyor. Savruk ve özensiz yazarlara, yeniyetme sunuculara bu kuralları sık sık anımsatmak gerekiyor. Bir yazarın ya da sunucunun, anadilini yanlış kullanma “hakkı” olamaz. Dilimizi doğru yazıp konuşmak, herkesten önce onların görevidir. Görevden de öte, kendileri açısından savsaklanamaz bir sorumluluktur bu.

Türkçenin her yönden geliştirilmesi, son yıllarda artan Osmanlıca ve İngilizce etkisinden kurtarılması, yaşamımıza hızla giren yeni kavram ve buluşları karşılayabilecek sözvarlığına kavuşturulması, yazım birliğinin sağlanması, hepimizin ortak amacı olmalıdır.

İnsanlarda yurt ve dil sevgisi birlikte göverir. Çünkü dilimiz yurdumuzdur.