‘Ormandan Gece Gelen’, daha ilk sayfalarında okuyanı büyülü bir dünyaya davet ediyor. Yazar, tümceler üzerinde bir iktidar kurmadan taşıyıcı, aktarıcı olmaya çalışıyor. Bunu yaparken söylediklerinden ziyade söylemedikleriyle ilerliyor yolunda.

Dilleri var bizim dile benzemez

ERKAN KARAASLAN

Özgür Çırak’ın ikinci kitabı ‘Ormandan Gece Gelen’ şubat ayında NotaBene etiketiyle raflardaki yerini aldı. İlk kitabı ‘Sıcacık Bir Ev’ ile 2020 Türkan Saylan Öykü Ödülü’ne layık görülen yazar, sessiz sedasız üretkenliğine devam ediyor.

‘Ormandan Gece Gelen’ bir uzun öykü. Harun’un, Cem’in ve karacanın öyküsü. Karacanın gelmesiyle her şey başkalaşıyor. Harun çocukluğuna doğru uzun bir yola çıkıyor; Cem, karacanın peşinden koşa koşa kendine varıyor. Şüpheler, korkular, yüzleşmesi güç durumlar karacayla birlikte açığa çıkıyor.

‘Ormandan Gece Gelen’, daha ilk sayfalarında okuyanı büyülü bir dünyaya davet ediyor. Yazar, tümceler üzerinde bir iktidar kurmadan taşıyıcı, aktarıcı olmaya çalışıyor. Bunu yaparken söylediklerinden ziyade söylemedikleriyle ilerliyor yolunda. Öykünün büyülü dünyası gereği bu yolun atmosferini oluştururken fantastik öğelere yaslanıyor. Karakterleri yaratırken mizahı, melankoliyi kullanmayı da ihmal etmiyor.

“…Daha hiç giyilmemiş gibi parlak, rengârenk bir çocuk eldivenine benzeyen kuşu kaşla göz arasında ağzına sokuverdi… Babam hâlâ pencereden bakıyordu. Annemin ağzındaki kuştan habersizdi. Babalar zor zamanlarda nereye bakılması gerektiğini iyi bilir. Kuş, ilaç gibi geldi anneme, önce çenesi, dişleri takım taklavat dönüverdi eski yerlerine, aldığı yaşları adım adım veriyordu…”

KİMLİK ARAYIŞI

Dil, birçok tanımı olmakla birlikte, temeli bilinmeyen çağlarda atılmış gizli anlaşmalar topluluğu olarak da açıklanır. İnsan, bir parçası olduğu doğadan aralarındaki bu gizli anlaşmayla kopar. İnsanı doğadaki diğer canlılardan ayıran dil, onu eşsiz kılmakla birlikte kökeninden de kopartır. Artık diğer hayvan formlarından farklıdır. Doğanın gerisine düşmemek için doğal seçilime yapay seçilimle karşı koyar. Fakat artık doğayla birlikte hareket edemez, doğanın üstüne çıkmaya çalışır, çaresizce.

‘Ormandan Gece Gelen’, bu yeni türün kimlik arayışını, varoluş sancısını arkaik süreçleriyle birlikte ele alıyor. Aynı zamanda diğer canlıların sınırını belirleme özgürlüğünü kendisinde gören insanın, bin yılların verdiği çaresizlikle kendini tanımlama, tamamlama çabasını da imliyor, yer yer. Öykünün birinci bölümündeki anlatıcı (doğmamış bebek), “Ben bir ikameydim, kuru sandalyede oturmaktan ağrıyan sırtın arkasına konulan minder, oyuk, çürük dişe yapılan dolgu, soğuk gelen kapının altındaki boşluğa serilen bezdim…” demesi insanın bitmeyen bir kendi anlamını araması olarak karşımıza çıkıyor.

DİLLE KURULAN İKTİDARA KARŞI

İnsan, dille birlikte bitkilerle, hayvanlarla, ağaçlarla, sularla kısacası doğadaki her şeyle kendi iktidarını perçinlemek adına bir ilişki içine girer. Mağaranın karanlık kuytularında, tam tam sesleriyle ateş etrafında kısacası uygarlık tarihinin tüm süreçlerini içine alan söylencelerde, masallarda, mitlerde kendisini özne olarak konumlandırır. Diğer her şeyi tali ilan edip iktidara giden yolun taşlarını döşemeye çalışır. Bu nedenle anlattığı hikâyelerdeki hayvanları kendi çıkarı doğrultusunda başkalaştırır; kimi zaman hayvanlar insanlara boyun eğen canlılardır, kimi zaman insanla öte dünya arasında köprü kuran adaklardır. Nuh tufanından örnekle, bugün doğada var olan bütün hayvanlar insanın yaptığı bir gemiyle kurtulmuştur. O gemide olmayanlarsa doğal seçilimle yeryüzünden silinip gitmiştir. Bu mitolojik hikâyede insan, kendisini dünyanın efendisi ilan ederken yaptığı tahtadan gemi, yeryüzü tahtına oturuşunun da simgesi haline gelir.

‘Ormandan Gece Gelen’de ise bu durum farklılaşıyor. İnsan, hayvanın sırtında bir yük, hayvansa insanda doyulmaz bir açlık oluşturuyor. Kim geceden gelir, kim geceye yürür; kim insan, kim değil? Her şey metamorfoza uğruyor. İnsan, hayvan donuna bürünerek eski dünyasını hatırlamaya, bir gölge gibi peşinden gelen geçmişini yeniden deneyimlemeye çalışırken koptuğu doğaya tekrardan dönmenin de hayalini kuruyor.

“Şu dağ başlarında biten sümbüllerin, türlü renkte çiçeklerin, ekşili otların özlemiyle ağzı sulanıyor Cem’in. Bu zamana kadar yemediği otun bilgisi var zihninde. Bir de o erkek karacalar yok mu? Sidiklerini koklamak, bacak aralarına yüzünü sürmek, sağrılarına değmek ıslanmak istiyor. Daha henüz karacaya tam karışmadan kasıkları kabarıyor taze otların ve erkek karacaların özlemiyle.”

‘Ormandan Gece Gelen’, roman olacakken dümenini öyküden yana kırmış. Bu nedenle girift hali ve katmanlı oluşu okurken kimi zaman geri dönüşler yapmaya zorluyor. Ancak yazarın dili ve üslubu bu zorluğun üzerini örtüyor.

Türk öykücülüğü son dönemlerde başarılı eserler veriyor, fakat bunun yanında bir kalemden çıkmış gibi görünen, kasvetli ve psişik bir cendereye hapsolmuş eserler de çokça mevcut. Özgür Çırak, bu cendereyi biraz olsun gevşetmeye gayret ediyor.