Şule Çet Ankara’da bir plazanın 20. katından atılarak (düşerek) öldürüldü (öldü). Ailesi bir cinayete kurban gittiği konusunda emin ve bu yönde mücadele veriyor. Otopsi raporunda Çet’in cinsel saldırıya maruz kaldığı belgeleniyor ve genç kadının bedeninde boğuşma izlerine rastlanıyor. Daha da önemlisi Şule Çet’in plazaya girdikten sonra ev arkadaşına attığı mesajlar. Bu mesajlarda zorla alıkonulduğunu ve oradan çıkamadığını, geldiğine pişman olduğunu belirtiyor. Sabaha karşı saat 2 gibi attığı bu mesajlardan sonra, 20. kattan atılıyor (düşüyor). Birkaç defa gözaltına alınan zanlılar ise serbest bırakılıyor ve mahkeme bugüne kadar devam ediyor.

Çet cinayeti de içerisinde olmak üzere, bir kadının öldürülmesi topyekûn bir saldırı mekanizmasının birdenbire, hızla, kurulmasını beraberinde getiriyor. Kadının “neden öldürüldüğü” gibi absürd bir soru her cinayetin yanıbaşında hazır bekliyor. Hayatın pornografikleştirilmesi ve bu pornografide kadının yalnızca bir nesne haline getirilmesi bu. “Neden oradaydı”, “O saatte orada ne işi vardı” sorularıyla, evli ya da bekar olup olmadığı, varsa uyruğu, anne olup olmadığı gibi birçok mesele ortalığa olduğu gibi seriliyor. Çünkü:

Kadın, her daim sahnededir. İzlenir, gözlenir, ona bakan gözler “yalnızca bakıyor olmanın” ötesinde sembolik erkek bir dünyanın da gardiyanıdır. Bakan kadın olsun erkek olsun böyledir. Bakılanın kadın olması yeterlidir. Benzer bakışları, yani aynı sembolik evrenin gözlerini, mültecilerin üzerinde de, hayvanların üzerinde de, çocuk işçilerin üzerinde de görmek mümkündür. Beyaz, erkek, heteroseksüel ve zengin olmayan ne varsa bu bakışların -farklı derecelerde- muhattabıdır. Ve bu insan-alt türünün ötekileştirerek kendini inşa ettiği beden ise kadınındır. Berger’nin dediği gibi “Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan, özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir…” ve böyle bir dünyada “erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidir”. O nedenle kadın sembolik bir sahnede yalnızca kendi hemcinsleri değil, sırasıyla erkekler, beyaz-erkekler, heteroeksüel beyaz erkekler, zengin heteroeksüel beyaz erkeklerce takip edilir.


Ve -kadının bedeni demek, durumu hafife almak olacaktır- kadının varlığı ısrarla pornografik bir nesne olarak sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Çalışılacaktır.

Pornografi, olanın, her haliyle ve sürpriz olmaksızın, başı ve sonu bilinircesine sergilenmesidir. Gücü de, zayıflığı da buradadır. Bu halin kendisi, insan arzusunun hızla tetiklenmesine neden olup, o arzunun hazza ulaşıp yine hızla eski haline dönmesine yol açtığından, doyumsuzluğu da aynı hızda tetikleyecek bir kısırdöngü yaratacaktır. Kadın bedeni de bu dünyada sürekli harcanmak üzere yeniden inşa edilen ve fakat eksikliği asla istenmeyen bir “fazlalıktır”. Hızla yok edilmelidir ancak eksilmemelidir. Bu, bir bedeni pornografikleştirmektir.

Kadınlar, Antik Roma Hukuku’ndaki Homo sacer’ler gibidir.* Tıpkı onlar gibi, öldürülmeleri birileri tarafından cinayet sayılmıyor ve hep, kurban edilemeyecek kirlilikte görülüyor. Çet de, diğerleri de böyle bir dünyanın ve bu dünyanın gardiyanlarının açık kurbanlarıdır. Ve gardiyanlar, bedenlerin dilsizleştirildiği, iğdiş edildiği, kötürüm kılındığı böylesi zalim bir dünyada, her gün yeni kurbanlar bulmakta hiç de zorlanmamaktadır.

*Kadınların çağdaş Homo sacer olmalarına ilişkin bkz. Pınar Ecevitoğlu, Namus Töre ve İktidar/ Kadının Çıplak Hayat Olarak Kuruluşu, Dipnot Yayınları, 2012.