Yıllardır ülkenin en sığ tartışması anadilde eğitim olmuştur. Anadil; düşüncenin, yaratmanın, kavramanın önünü açar. Bunun ne tür toplumsal
ve tinsel bir önemi olduğunu kavrayamamak,
ucuz bir siyasal saplantı içerir

Sakin görünüşüne bakmayın; yazın yaşamımızın en keskin, aydınlatıcı tartışmalarına girmiş bir büyük ustadır Tahsin Yücel. Son dilsiz-insanlar-cagi-77013-1.günlerde “Dil Devrimi ve Sonuçları” kitabını dönüp yeniden okudum. Cumhuriyet değerleri üzerinden yapılan tartışmaların içeriksizliğine bakıp sağlıklı bir ölçüt konulamayışını büyük bir üzüntüyle gözlüyorum. Nedir sorun? Öteden beri süren, anlamlı olmayan, beylik birtakım tezlere dayanan sığ bir kavga içinde boğuluyoruz. Eğer cumhuriyet ileri bir aşamaysa coğrafyamızda ki sanırım böyle demek hak teslimi olur, bunun en büyük başarısı ekin dünyasında kazanılmıştır. ‘Dil’ üzerine düşünmeden, gerçeği açığa çıkarmak olası değil.

Cumhuriyet gazetesi Attila İlhan’ı yazar olarak benimseyince, Tahsin Yücel yazılarını sonlandırır. Gerekçesi yalındır: “Dil devrimine karşı olan bir yazarın görev yaptığı yerde olmak istemem” demiştir. Bugün, bu türden ilkesel tutumlara rastlamak güç olduğu için; bu durum biraz masalsı, hatta abartılı gelebilir kimine! Oysa varlığını cumhuriyet üzerinden biçimlendirmiş ve neredeyse tüm yaşamını yazına vermiş biri için bu anlaşılır bir tutum. Üstelik Tahsin Yücel’e özgü bir tutum…
Attila İlhan’ın özgün biri olduğunu anmaya gerek yok belki; ama bilmeyenler için, düşün dünyasının karmaşasından mutlaka söz açmalıyız. Mustafa Kemal hayranlığını açık ortaya koyan İlhan, İsmet İnönü için tam tersini düşünür. Mustafa Kemal’in büyük bir devrimci olduğunu her olanak bulduğunda dile getirir; İnönü için baskıcı, hatta faşist demekten çekinmez. Doğrusu ben bu iki kişinin birbirinden bunca ayrı düşeceğini düşünemem. Attila İlhan son derece öznel gerekçelerle bu yargıyı koyar. Kendi deneyimlerinden yola çıkmak, tarihsel konuları tartışırken büyük yanılgı doğurur.

dilsiz-insanlar-cagi-77015-1.

Ortamdan payına düşeni alır
İsmet İnönü iktidarı döneminde, henüz lisededir İlhan ve okuduğu bir kitabın yasaklı olmasından dolayı, okuldan uzaklaştırılır. Yaşam boyu bu kırılganlığı, bana kalırsa ikinci biçimde, taşır. Kimi söyleşilerde benimle de paylaştı düşüncesini. İnönü’nün Attila İlhan’a özel bir uygulama yapması olanaklı değildir. Olsa olsa düzenin baskıcı ortamından payına düşeni almıştır İlhan! Bu veriden yola koyularak çıkarım yapmak abartılı olur!

Pek çok tartışmanın sınırlı bilgiyle yapıldığı dönemlere alışık bizim memleket! ‘Dil’ sorunu da bunlardan biri. Dilin Osmanlıcadan arındırılıp kendi köklerine ulaşması için verilen çaba; aydınları, yazarları ikiye ayırıyor. Düşün, yazın kökleriyle kopuş doğuracağı için, bu sert değişime karşı duruyor ciddi bir çoğunluk. Öne sürdükleri savların yeterli olmadığını düşünürüm. Genellikle hamaset içeren birtakım düşünceler okuruz o dönem. ‘Büyük Millet Olmak’ türü, içi tam doldurulmamış savlarla, yaşamını çoktan doldurmuş Osmanlıcaya sarılanlar çoktur. Bir tek haklı gerekçesi olabilir bu yazarların, o güne dek verdikleri yapıtların, bir anda değersizleşeceği endişesi, haklı ve insancadır. Ötesi Tahsin Yücel’in dediği türde, dayanaktan yoksun, bilimsel değerden uzaktır.

dilsiz-insanlar-cagi-77014-1.

Anadilin önemi
‘Cumhuriyet Devrimi’ diye bir olgudan söz edeceksek, bunun en önemli aşamasına dilde özleşme çabasıyla gelindiğini unutmayalım. Osmanlıca diye bir dilin olmadığını söyler Tahsin Yücel. Eklektik; Arapça ve Farsçadan devşirilmiş, kendince kurallardan oluşan, tınısı ve anlam dünyası sınırlı bir dizgeden söz eder. Ki haklıdır; Osmanlı öncesi, Yunus Emre, Karacaoğlan sorunsuz kavranırken halk tarafından, Osmanlıca ürün veren yazarların yapıtları, yazıldığı gün eskimektedir. Tahsin Yücel’in tüm kitap boyunca ‘anadil’ vurgusu yapması önemlidir. Anlamak, düşünmek, öğrenmek için ‘anadil’ ne tür bir işlev içerir, yanıtları bulursunuz.

Yıllardır ülkenin en sığ tartışması anadilde eğitim olmuştur. Anadil; düşüncenin, yaratmanın, kavramanın önünü açar. Bunun ne tür toplumsal ve tinsel bir önemi olduğunu kavrayamamak, ucuz bir siyasal saplantı içerir. Bilim alanında türlü örneklerle anadilin insan yaşamındaki yeri açığa çıkarılmıştır. Durum bunca açıkken; anadil üzerine birbirine girmek, belgeli cehalettir! Peki, Osmanlıca diye bir dil olmadığına göre, başka biçimde söylersek, kimse Osmanlıcaya doğmadığına göre, niçin burada ısrar eder yazarlar? Hele de Attila İlhan?

Dil kendi ritmini bulur
Nurullah Ataç, Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal gibi çok farklı örnekler üzerinden dilin nasıl geliştiğini aktarıyor bize Tahsin Yücel. Dönemin tartışmalarından örnekler veriyor ve dilbilim verileri üzerinden tezlerini çürütüyor eleştirenlerin. Altını çizdiğim en önemli saptaması şu Yücel’in: “… Türkçe belirli düşün ve bilim alanlarının sözcük ve terimlerinden yoksunsa, yetersiz bir dil olduğu için değil, Türk toplumunun söz konusu alanlarda etkinlik göstermediği için yoksundu” diyor. Dil bir gereksinim karşısında gelişiyor. Demek ki; felsefe ve bilim alanında, ki buna bilişimi de kolayca ekleriz bugün; yeni sözcükler, terimler bulamayışımızın gerekçesi derin bir toplumsal sorundur. Çoğunluğun; meraksız, tembel, yazgısına boyun eğen kimselerden oluştuğunun kanıtıdır bu durum!
Yazın dünyasının hayli hareketlendiği günümüzde, siyasal iklime uygun bir dille yapıt verildiğini görüyoruz. Elbet dilde bir ırkçılıktan söz edecek değiliz. Güncel yaşamın içinde varlığını sürdüren onca sözcüğe ihanet haksızlık olur. Söz gelişi ‘İmkânsız Aşk’ demeyle, ‘Olanaksız Sevi’ arasında derin bir duygu, anlam farkı vardır. Bazı sözcüklerin karşılığı, o duyguyu tam ifade etmez. Yine bir örnek: Bir dostla ‘içkievi’ne gitmezsiniz; söyleşmek, biraz rahatlamak için seçilen mekânın adı ‘meyhane’dir. Unutmamak gerekir ki; dil bir zaman sonra kendi ritmini, yolunu bulur. Bu toplumun arayışı, gereksinimi, yaratıcılığıyla doğrudan ilintilidir. Kuşkusuz siyasal tercihleriyle de! Dönemin iklimi yazarları türlü arayışları götürür; abartılı önermeler çıkarabilir ortaya. Bu doğaldır. Bir gelişim ancak bu eytişimsel yöntemle olur. Tez olacak ki, karşıtı da gelsin.

Göçler yok etmiş dili
Bu yazıda hınzırlık yaptım. Alabildiğine Türkçe sözcükleri yeğledim. Bir örnek olsun istedim. Günlük dilde yeğlediğim ‘ruh’ sözcüğü yerine ‘tin’ dedim örneğin. ‘Kültür’ sözcüğünün karşılığı olan ‘Ekin’i kullandım. Amacım bir tartışmanın yanında olmak. Gelişkin bir dil içinde yazıyoruz, bu ortada, görünsün istedim yeniden. Kavramlar, olgular, anlam ve ses oturmuş büyük ölçüde. Emek vermeden, aramadan yargı koyanlara inat bu tutumum! Bir de, neye öykündüğünü anlamadığım kimselerin yalan yanlış kullandıkları Osmanlıcaya tepkim!

Elbette Türkçeye başka dillerden katılan ve yeni anlamlar kazanmış çok sözcük var. Esas olan bir sözcüğün gücüdür. Eğer dil içinde konum ediniyor ve halk ağzına yerleşiyorsa, isteseniz de koparamazsınız onu! Aksi de aynı sonucu verir. Ne ‘Tansık’ sözcüğü ‘Mucize’nin yerini aldı; ne ‘Sayrı’ sözcüğü ‘Hasta’nın! Bazı durumlarda iki eşanlamlı sözcük bir arada yaşar. Örneğin; ‘sözcük’ ve ‘kelime gibi…

Anadil deyince, Antakyalı bir ailenin çocuğu olarak söyleyeceğim çok elbet. Atalarımın Arapça konuştuğunu bilmez değilim. Ancak ben Türkçeyle doğdum. Türkçe sevdim, haykırdım, kavgaya tutuştum. Türkçe yazdım, düşündüm, duyumsadım. Çok borçluyum Türkçeye. Elbet anadan geçen dili bilmek isterdim. Anadil olabilmesi için, annenin de o dil içinde olması gerekir. Ki göçler, gereksinim, düzen yazık ki anneme dek ulaştırmamış Arapçayı. Yaşar Kemal Türkçenin yazarı. Demek olumsuz durumlar, kimi zaman şaşırtıcı güzel sonuçlar doğuruyor. Bir dili bilmek, diğerinin önünde engel değil, tersine ufuk açıcı olur.

İlhan mı Yücel mi?dilsiz-insanlar-cagi-77017-1.
Kaç zamandır tartıştığımız ‘Kürt sorunu’nun en ayıplı başlığıdır dil esareti. Doğrusu, herkesin hem anadilini, hem diğer dilleri olabildiğince bilmesidir. Bu ne denli ayıplı bir durumsa, üniversitelerin ‘müstemleke’ devletlerinde olduğu türde, yabancı dilde eğitim vermesi de o kadar utanılacak durumdur. Kendi ülkesinde tutsak olmanın en büyük göstergesi budur. Başka bir dil öğrenip uygarlıklar arasında iletişim kurmak, bilgiyi paylaşmak ayrıdır; kendi dilinden vazgeçip düşkün bir toplum olmak ayrı!
Tahsin Yücel’in Attila İlhan’la giriştiği amansız tartışmada, doğrusu ben Yücel’den yanayım. Attila Ağabey’in ‘Garip’ ozanlarını niye sevmediğini anlamadığım biçimde, dil konusundaki tutumunu da öteden beri garipserim. Attila İlhan, Türkçenin etkili, büyük şairidir. Elbet onu dille seviyor, hayranlık duyuyoruz. Bu tür aykırı kişilere, tartışmalara çok gereksinimimiz var. Üstelik bir düşün, yazın insanı tüm savlarıyla doğru, haklı olmak zorunda değil.

Hazır konu şiire gelmişken; ‘Şair’, ‘Ozan’ sözcüklerinin birbirinin yerini tutmadığını düşünürüm. Sanki ozan daha sözlü geleneğe yaslanan, kırsal kimliklidir. Üstelik usumuza hemen bağlamayı da getirir. Örneğin Veysel bir ozandır. Gezgin olduğunu düşünürüm ozanların. Cemal Süreya, Turgut Uyar ozan değil, şairdir kanımca. Kentli, kâğıt kalemlidir anlayacağınız.

Tahsin Yücel’in savını olumsuz bularak kitabına koyduğu, aşağıdaki Tevfik Fikret değerlendirmesine tümden katılıyorum; “Ümmiler için yazı yazan muharrir yoktur. A’malar içün resim yapan musavvir olmadığı gibi” diyor Fikret.
Eli kalem tutan cahiller çapında bunu çok yönlü algılayıp üstüne düşünmeliyiz.