Marks, “Din afyondur” demekle kalmaz. Bu ifadeden önceki ve sonraki cümlelerde din üzerine düşüncelerini açıklar

Marks, “Din afyondur” demekle kalmaz. Bu ifadeden önceki ve sonraki cümlelerde din üzerine düşüncelerini açıklar: “Dinsel sıkıntı hem gerçek ıstırabın bir ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, mazlum varlığın feryadı ve ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi kalpsiz bir dünyanın da hissiyatıdır” der.

Bu sözler, “Din halkın afyonudur” ifadesiyle bir arada değerlendirildiğinde, dine bakışta Marks’ın dinamik bir yaklaşıma sahip olduğu görülür. Çünkü din, hem “halkın afyonu” hem de “gerçek ıstıraba karşı bir protesto” olabilmektedir. “Afyon” ifadesinden önceki ve sonraki cümleler arasında görülen fark, Marks’ın çelişkiye düştüğü anlamına gelmez, aksine bu konuya diyalektik bir bütünlük içinde yaklaştığına işaret eder.

Dinin mutlak kötü olduğu ve “sadece” gericilik taşıdığı düşüncesi, Marks’a değil, daha çok burjuva aydınlarına ve kaba materyalistlere aittir. Onlar, dinin ezelden ebede “tek bir öz” taşıdığını ve bunun hiç değişmediğini iddia ederler. Bir tür “skolastik ateizm”dir bu.

Marks ve Engels, dinin, toplumsal yapıların bir parçası olduğu gerçeğinden hareket ederler. Toplumsal yapı içindeki gelişmelere ve çatışmalara göre, dinin ifadesi ve biçimi değişebilir. (Marks ve Engels, iki farklı düzlemi karıştırmazlar: Düşünsel olarak materyalist felsefeyi benimserler. Politik düzlemde ise, dinin materyalist reddi yerine, onun sosyal gerçeklik içindeki konumuyla ilgilenirler.)

Hıristiyanlık ilk ortaya çıktığı dönemlerde kölelerin ve ezilenlerin diniydi. Bunu hatırlatan Engels, dinin her zaman gerici olmayabileceğini söyler. Yoksul köylü isyanlarını örnek verir. İlahiyatçı Thomas Müntzer’in 16. yüzyılda Almanya’daki köylü ayaklanmasına öncülük etmesini ve onun yeni din yorumundaki eşitlikçi esasları hatırlatır. Thomas Müntzer’in ve sekiz bin isyancının yenilgisi, hem yoksulların hem de yoksullardan yana bir din yorumunun egemenlerce yerle bir edilmesidir.

Thomas Müntzer’den bir asır önce benzer bir olay Anadolu’da yaşanır. Bir din adamı olan “Şeyh” Bedrettin, yoksul köylü isyanlarına katılır ve hayatını bu yolda verir. Onun din yorumu, hem ilahi hem de sosyal açıdan eşitlikçi bir nitelik taşır. Bu hareketler, “yoksullar” ve “din” kavramlarının bir arada olabileceğini gösterir.

Dinin hiçbir zaman ilerici olmadığı ve sadece gerici nitelikler (afyon) taşıdığı iddiası, sosyal gerçekliğe uymaz. Bu iddia, Marks’ın “dinin gerçek ıstıraba karşı bir protesto” olabileceği tespitini görmezden gelir. Bu bakış, ne Anadolu’daki Babai İsyanları’nı ne de Aleviliğin niteliğini açıklayabilir.

Latin Amerika ülkelerinde son elli yıldır kilise içinde yaşanan ayrışma, din alanındaki farklı yorumların devam ettiğini gösterir. Orada, emekten yana olmayı ve kapitalizme karşı mücadele etmeyi tercih eden yeni dinsel akımlar ortaya çıktı. Kurtuluş İlahiyatı olarak adlandırılan bu hareketler, Vatikan’ın işbirlikçi dinciliği ve CIA ile ölümüne bir mücadeleyi göze alarak, dinin sol yorumunu başarıyla kurdular. Hıristiyan hareketlerin Nikaragua’daki gerilla devrimine katılmalarını örnek vermek yeterli olur. Devrimden sonra ünlü papaz Cardenal, kültür bakanlığı görevini yürüttü. Orada devrimciler Hıristiyanlara “Sizin dininiz gericiliktir” diye propaganda yapmadılar. Dindarların “sosyalizm” ve “din” olgularını bir araya getirmesinden sadece mutluluk duydular.

Aynı şekilde geride bıraktığımız yüzyılda İslam coğrafyasında Ali Şeriati ve Mahmut Taha gibi ilahiyatçıların sosyalist din yorumları dikkat çekti, ama onlar Latin Amerika hareketlerindeki başarıyı gösteremeyerek yenildiler.

Dinin “afyon” veya “protesto” hali, dine sarılanların sınıfsal ve sosyal terchilerinde rengini bulur. Bugün ülkemizde din, sağcı ideolojinin ve neoliberal politikanın aracı haline getiriliyor. Hakim eğilimin bu olduğu bir gerçek. Sosyalistler, egemenlerden yana olan bu sağ dinciliği teşhir ederler. Ama dinin kendisini hedef tahtasına koymazlar. Din karşıtı bir dil kullanmazlar. Dinin kendisine değil, onun belli bir (sağ) yorumuna karşı mücadele ederken bu hassas çizgiye dikkat ederler.

Rosa Luxemburg 1905 yılında kaleme aldığı “Kilise ve Sosyalizm” adlı metinde bunu açıkça belirtir. “Sosyalizm, dinsel inanca karşı savaş vermez” der. “Tam tersine, herkese tam vicdan özgürlüğü ve her inanca ve düşünceye mümkün en geniş hoşgörüyü ister.” Özgürlüğün her zaman başka türlü düşünenlerin özgürlüğü olduğunu gösterir Rosa Luxemburg. Bununla birlikte, dinin egemenlerin elinde bir araç olarak kullanılmasına karşı mücadele edileceğini vurgular. Hem sosyalist (özgürlükçü) bir laiklik perspektifini, hem de egemenlerin aracı olan din anlayışına karşı mücadeleyi diyalektik bir incelikle ele alır. Bu yaklaşım, sosyalistler ile burjuva radikalleri (ve kaba materyalistler) arasındaki ince çizgiyi gösterir.