Başlık şaşırtmış olabilir; zira uzun yıllar bunun tam tersi ileri sürüldü. “Laik devlet-dindar millet“ ikiliği, şüphe edilmez bir büyük Türkiye gerçeği olarak sunuldu. Bu basmakalıp önerme, sosyolojik ve siyasal Türkiye analizlerinin ana ön-kabullerinden biri oldu.

Sadece yerli analizler de değil. Örneğin S. Huntington’un (1927-2008) Medeniyetler Çatışması adlı eserindeki “bölünmüş ülke” tanımını hatırlayalım: Baskın kültür belli bir medeniyete ait iken, yönetici elitin başka bir medeniyete meylettiği ülkeye, bölünmüş ülke denir. Örnek? Kitabın kaleme alındığı 1990’lı yıllar itibarıyla Türkiye ve Rusya idi. Huntington doğrusu bonkördü; bölünmüş ülkeden büyük Türkiye’ye geçiş formülünü bizlerden esirgemedi; yönetici elitin devlet dümenini ait olduğu medeniyete kırması bunun için yeterliydi; ne de olsa Türkiye İslam medeniyeti için merkez devlet olma potansiyeline fazlasıyla sahipti.

Harvard profesörü Huntington’ın Johnson ve Carter yönetimleri altında Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi ve CIA için danışmanlık yapmışlığı vardı; lakin Türkiye siyaseti üzerinde, yukarıda anılan başyapıtı ile çok daha belirleyici oldu. Önceki paragrafta özetlenen tezler, röportajlarla Türkiye kamuoyuna da taşındığında Huntington’ın danışmanlık dönemini andırır normatif dili, kimseyi şaşırtmadı. Ona göre “Türkiye İslam’ın lideri olmalıydı”.

“Laik devlet-dindar millet” ikiliğini temel ön-kabul kılmış analizler listesi, Şerif Mardin’siz (1927-2017) eksik kalır. Ülkemizde çağdaş sosyal düşünce üzerinde derin izler bırakan Mardin, Huntington’ın jeopolitik eksenli analizlerinin benzerlerini sosyoloji ekseninde, Türkiye bağlamında derinleştirerek geliştirdi. Mardin’in 2008’deki “öğretmen imama yenildi” saptaması, merkez-çevre ve devlet-sivil toplum ikiliklerine yaslanan Türkiye analizinin mantıki sonucuydu, üstelik laik duyarlılık bakımından, Muharrem İnce’nin “Adam yendi” sözünden daha az travmatik değildi.

Türkiye’de siyasallaşmış ve sermayeleşmiş dini cemaatler ile siyasal İslam’ın politik partileri, etkili aktörler olarak tarih sahnesinde yer aldıkları 1970’li yıllardan bugüne hep yukarda özetlenen tezleri esas alan bir stratejiyi hayata geçirdiler. Örnek olması bakımından Erdoğan’ın 5 Haziran 2014’de Samsun’dan başlattığı Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasındaki şu sözlerine yer verilebilir: “Artık millet ile devlet kucaklaşıyor. Biz milletin tarafı olduk... Şimdi artık devlet ile millet… birbirini yaşatma üzerine bir araya geliyor ve muhabbetle kucaklaşıyor”. Mevcut rejimle Erdoğan’ın şahsında devlet-millet ikiliği “muhabbetle” aşılıp füzyon gerçekleştiği için şimdilerde “öteki”, milli-gayri milli ikiliği ile tanımlanır oldu.

Buraya kadar özetlenen kavrayış AKP’lilere öyle geniş bir meşruiyet alanı açıyor ki, Ayasofya mihrabından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e lanet okuma ve hakaret etme küstahlığına zemin teşkil ediyor. Lanet ve hakaretler sadece en üst seviyeden Devlet ricali önünde yapılmıyor, bizzat onların açık-gizli onayları alınarak da yapılıyor. Bütün bunların gölgesinde Türkiye’de önemli kırılmalar yaşanıyor.

Siyasal İslamcılar, devletlû oldular; pandeminin derinleştirdiği iktisadi buhran koşullarında yaşam tarzları itibarıyla milletten de tümüyle koptular. Atatürkçüler ise ilk kez devletlû olmayan bir dille muhalefet etmeye başladılar. “Yaptırmayacağız”, “ettirmeyeceğiz” şeklindeki Cumhuriyet Mitinglerine damgasını vuran dil hatırlardadır. Gerçekte uzun süre muhalif konumda bulunan Atatürkçüler hep iktidar dili kullandılar. İslamcılar ise tam tersini yaptılar; iktidarın önce eteklerinde sonra tepelerindeki mevcudiyetleri boyunca sanki muhaliflermiş gibi bir dil kullandılar. Neyse ki artık politik pozisyonlar ile kullanılan dilin söylem evreni arasındaki uyuşmazlık ortadan kalkıyor. Devlet dincileşirken, Türkiye toplumu gerçekte sahip olduğu laik norm ve değerlerle ayağa kalkıyor.