Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek, yeri / zamanı / işine geldiğinde yine aynı yaratandan ötürü dövmenin, öldürmenin de vizesi: Dincinin ılımlısı ile radikali arasındaki mesafe, bir fotoğrafın arabıyla beyazı arasındaki kadar.

Referansları insan-dışı olduğu için, ‘insan’ kavramına da ulaşamazlar; insanları ancak cinsiyetleri, dinleri, mezhepleri üzerinden okuyup değerlendirebilirler. İnsana ait, insana özgü değerler bunlar için hiçbir zaman aslî/nihaî ölçütler olmaz ve işte tam tamına bu yüzden de neo-liberalizme en kolay uyum sağlayanlar da bunlar olur; bilerek veya bilmeyerek post-modernliği de mümkün olan en uç noktasına götürüp sadece akıl karşısında değil, utanma karşısında da ‘özgür’leşirler; ki, bu artık insanın bittiği noktadır; zira ‘insan, yüzü kızarabilen yegane canlıdır’. Ve İDO, araba vapurlarında ek ücret karşılığında, sonradan geleni sıranın önüne almaktadır; gizli saklı, el altından değil, resmen ilan edilmiş bir tarife tahtında.

Aslında şaşılacak bir şey yoktur; zira hükümet programında açıkça belirtilmiş hedef serbest piyasa       –ekonomisi değil-  toplumudur; yani, hak ve adalete kadar her şeyin pazarlık üzerinden belirleneceği bir toplum. Böyle bir şey muhafazakarlıkla, millî, özellikle de dinî değerlerle nasıl bağdaşabilir, derseniz, işte şöyle: Genç girişimcimiz kendi öz annesini, gerekli restoratif ve kozmetik operasyonlardan geçirtip –ki, bu arada bütün operasyon safahatını da videoya kaydetmiştir, ileride annesine karşı şantaj malzemesi olarak kullanıp kendisine yeni bir gelir kaynağı yaratmak üzere-  yine kendi öz babasına kız oğlan kız diye pazarlar; bu şekilde, ‘innovasyon rantı’na tekabül etmesi bakımından yüzde yüz helal bir gelir elde etmekle kalmayıp, babasının harama uçkur çözüp günaha girmesini engelleyerek bir yandan sevap kazanırken, diğer yandan da ailenin dağılmamasını sağlayarak bu millî ve geleneksel değerimizin korunmasına katkıda bulunmuş olur.

Hak, hukuk, adalet ve ‘can’a –bedelli askerliği hatırlayalım- kadar her şeyin pazarlığa tabi, dolayısıyla nicelik üzerinden belirlenir kılındığı yerde, siyaset de, üstelik demokrasi adı altında en kabasından bir çoğunlukçuluğa indirgenecektir: Kimin sayısı çoksa o haklıdır. Bu şekilde anlaşılan bir demokrasinin varacağı en ileri nokta, linç kültüründen öteye bir şey olamaz; ki, Erdoğan yönetimi toplumu hızla bu noktaya doğru itelemektedir: Kürt ve/veya Alevîler sayıca daha az olduklarına göre, kendi saltanatını onların ezilmesi üzerinden, daha doğrusu onları ezmeyi hiçbir bedel ödemeden elde edilebilecek bir ayrıcalık haline getirmek suretiyle kurmanın peşine düşmüştür.

Ancak, mevcut hükümetin bundan da büyük bir günahı vardır ki, o da siyaset alanını tümüyle kendi tekeline alabilmek için sivil/legal Kürt muhalefetini devre dışı ve etkisiz kılmak üzere, DTP/BDP’yi yok saymak, yok etmek, tümden zindana atmak gibi yollara baş vururken,  silahlı mücadeleyi siyasette söz sahibi olmanın tek yolu haline getirmiş olmasıdır.

Bitirirken şunu da söyleyelim: Alevîleri meydanlarda yuhalattıran, Esad’ı alevîliği üzerinden en büyük düşman, bizim alevîlerimizi de onun işbirlikçisi olarak gösterip neredeyse vatan haini ilan eden, kendi himayesindeki El Kaideci caniler Hataylı TIRcıların malına canına kasdederken sesini çıkartmayan ırkçı, bölücü, nefret ve kin dolu provokatörler dışarıda dolaşırken bir tek Malatyalı davulcunun tutuklanması, hem adama haksızlık, hem de bizlere hakarettir.