Türkiye’deki büyük inşaat şirketleri bir yandan yeni projelere başlarken bir yandan da devam eden ya da yeni tamamlanmış projelerin tamiri ile kâr yapıyorlar. Örneğin birbiri ardına çöken otoyollar ya da çökme tehlikesi ile kapatılan bir tünel gibi. Elbette, bu durumlarda tamiri üstlenen yani yeni ihaleyi kazanan da aynı inşaat şirketi olmakta. Bir başka ifadeyle, çörek-kapan köpekbalığı avını öldürmüyor, gidip gelip ısırarak avlanıyor.

Dindar yağmacı devlet ve çörek-kapan köpekbalığı

ADEM YAVUZ ELVEREN

Bu kısa yazıda neden Türkiye’deki devlet - özel sektör ilişkisinin “yağmacı devlet” anlayışının belki de en son, en özgün bir versiyonu olduğunu tartışacağım. Yağmacı devleti basitçe, kamu çıkarlarını gözetmekten ziyade öncelikli olarak özel sektördeki güçlü bir azınlığın çıkarlarını gözeten ve kamu kaynaklarını bu amaçla “yağmalayan” yönetim şekli olarak tanımlayabiliriz. Sadece yolsuzluğun yaygın olduğu otoriter Afrika ülkelerinde ya da genel olarak azgelişmiş ülkelerde değil gelişmiş ülkelerde de yağmacı devlet anlayışının hâkim olabildiğini görüyoruz. Nitekim James K. Galbraith, ABD’yi yağmacı devlet olarak tanımlamıştı. Aslında Galbraith’in kavramını, Türkiye’deki yağmacı devletin daha özgün durumunu yansıtmak için, yani özel sektör ile devlet arasındaki simbiyotik ilişkinin kurulmasında ve bu ilişkinin sürdürülmesinde dinin başat bir rol oynadığının altını çizmek için “Dindar Yağmacı Devlet” olarak değiştirmiştim (Elveren 2018). Elbette, “dindar” ironi yapmak için kullanıldı, “dinci” ya da “İslamcı” daha uygun bir kavram olurdu. Ancak, özellikle inşaat sektöründeki son uygulamalar Türkiye’nin yağmacı devlet anlayışında yeni bir model yarattığını gösteriyor. Dolayısıyla, bu son durumun da tartışılması önemli.

Thorstein Veblen, kurumsal ve kültürel yapıların dönüşümünü evrimci bir bakış açısıyla açıklamıştır. Bu bağlamda, onun “yırtıcılık” kavramı aslında kapitalizmin neoliberal versiyonunun son aşamasını anlamak için oldukça işlevseldir. Veblen’e göre modern kapitalist toplumların tarihi aslında kapitalistler arasındaki keskin mücadele sürecidir. Bu süreçte devletin rolü çalışma ve üretim ilişkilerini düzenleyerek kapitalistlerin yırtıcı/yağmacı dürtülerini ve eylemlerini kontrol altında -yani bir anlamda “vahşi hayvanı” kafeste tutmaya- çalışmaktır.

Bu bağlamda, Veblen’in yaklaşımının önemli bir temsilcisi olan ünlü iktisatçı John Kenneth Galbraith, 1967’de yazdığı Yeni Sanayi Devleti’nde ileri teknolojiye dayanan dev şirketlerin küçük şirketlere yaşam şansı tanımadığını, yani aslında bildiğimiz anlamda serbest piyasanın geçerli olmadığını, piyasada kontrolün bu dev şirketlere geçtiğini vurgulamıştır. James K. Galbraith ise küreselleşme ve finansallaşma çağında devletin bu dev şirketlerin yağmacı eylemlerini kontrol etmekte artık başarısız olduğunu ifade etmektedir. Yani vahşi hayvan kafesten kaçmıştır ve devletin yönetim aygıtlarını tamamen kontrol etmek istemektedir (Galbraith 2008). Kapitalist sınıf, kamu sektörünün küçülmesini değil aksine daha da güçlenmesini arzulayan, çünkü bu alandaki genişlemeyi daha önce görülmemiş ölçeklerde kâr olanaklarına dönüştüren bir kapitalist sınıfa dönüşmüştür. Örneğin, ABD’de yaşlılara ilaç ödemelerini genişleten sosyal sigorta uygulamasına ilaç şirketlerinin hiçbir itirazı olmamıştır çünkü hükümetle yaptıkları anlaşma gereği devletin ilaç fiyatlarında bir indirim talep edebilmesinin önünü almış ve böylece fahiş tekel fiyatları ile çok yüksek kâr oranlarına kavuşmuşlardır. Yine oğul Bush yönetiminde devlet okullarına daha fazla bütçe ayrılmaya başlanmıştır (Hiçbir Çocuk Arkada Kalmayacak programı). Bazı Bush ailesi fertleri hiç zaman kaybetmeden devlete öğrenciler için test hazırlık programları satarak muazzam kâr elde etmişlerdir (Galbraith 2008).

Günümüz Türkiyesi ile Bush dönemindeki ABD arasında bazı benzerlikler olduğu görülebilir. Örneğin, Türkiye’de ders kitaplarının 2003 yılında ücretsiz olarak dağıtılmaya başlanması “Hiçbir Çocuk Arkada Kalmayacak” programı ile büyük benzerlik göstermektedir. Bu bağlamda ders kitaplarının basımının ve dağıtımının özelleştirilmesinin maliyetleri ne kadar artırdığı ve MEB bütçesine ne kadar bir ek yük getirdiği sıkça dile getirilmiştir. FATİH projesi de benzer açılardan eleştirilmiştir. Yine de yağmacı devletin ekmeğini en çok yiyen inşaat sektörü olmuştur. TOKİ’nin merkeze alındığı “beton ekonomisi” modeli ile eski ve sonradan İslamcı inşaat şirketleri, yaşanan inşaat patlamasından muazzam ölçüde kâr etmişlerdir (Sönmez 2015).

Bizim yerli ve milli yağmacı devleti özgün kılan temel özellik kamu ile özel sektör arasındaki ilişkinin harcının İslamcılık olmasıydı. İronik bir şekilde “dindar” etiketini almasının nedeni buydu. Kafesten kaçmış vahşi hayvan, avının küçük bir kısmını hükümete bırakıyordu; bu, yağmanın sürdürülmesi için olmazsa olmazdı. İslamcı özel sektörün ödediği bu küçücük diyet, STK’ler eliyle yoksullara giden sosyal yardımın önemli bir bileşeni oluverdi. Bu yardımlar da dini değerlerin, aileselciliğin ve kadının toplumdaki ikincil konumunun pekiştirilmesinde temel bir araç olarak kullanıldı. Dolayısıyla, yeni ve artan yoksulluğa cevap verebilen bir refah devletinin olmadığı bir ekonomide din, refah rejimini sadaka ekonomisine dönüştürdü.

Peki, neden yağmacı devletin en özgün hâlinin Türkiye’de olduğunu ifade ediyorum? En başa, yırtıcılık kavramına geri dönelim. Yırtıcının en temel tanımı yemek için başka bir hayvanı yakalayıp öldüren hayvandır. Ancak, bu tanım bazı hayvanlar için tam olarak geçerli değil. Örneğin, Türkçesi “çörek-kapan köpekbalığı” olan “cookiecutter sharks/isistius brasiliensis” cinsi köpekbalığı avını yakalayıp yese de öldürmez. Her ne kadar kalamar gibi daha küçük avlarını tamamen yese de asıl olarak balina ya da yunusları ısırarak avlanır. İngilizceden birebir çeviri ile “kurabiye kalıbı köpekbalığı” ısırdığında, balinalar ve yunusların gövdesinde aynen hamurun kurabiye kalıbı ile kesilmesi gibi bir iz bırakır. Bu tam da İslamcı inşaat şirketlerinin iş yapma biçimine benzemektedir. Türkiye’deki büyük inşaat şirketleri bir yandan yeni projelere başlarken bir yandan da devam eden ya da yeni tamamlanmış projelerin tamiri ile kâr yapıyorlar. Örneğin birbiri ardına çöken otoyollar ya da çökme tehlikesi ile kapatılan bir tünel (Yeni Yaşam 2020) gibi. Elbette, bu durumlarda tamiri üstlenen yani yeni ihaleyi kazanan da aynı inşaat şirketi olmaktadır. Bir başka ifadeyle, çörek-kapan köpekbalığı avını öldürmüyor, gidip gelip ısırarak avlanıyor.

Belki de bu bağlamda en büyük skandal “asrın projesi” olarak sunulan Kıbrıs’a su taşıma projesinde, projenin tamamlanmasından sadece beş yıl sonra borulardan birinin yerinden çıkmasıydı. Tamir ihalesini de kazanan aynı şirket, yani bizim çörek-kapan köpekbalığı, balinadan ikinci bir ısırık daha aldı. Bu ikinci ısırığın kamuya, halka maliyeti ilk ısırığın TL bazında yüzde 75’i, dolar bazında ise yüzde 33’ü kadardı (Muratoğlu 2020).

Özetle, yaratıcı bir ülkede yaşadığımızı kabul etmek lazım, “yağmacı devlet”’in belki de en son en özgün versiyonunu yarattık. Yırtıcı hayvan, avını öldürmek yerine, sadece bir parça koparıp canlı bırakıyor, ileride bir ısırık daha almaya gelmek için.


Kaynaklar

Elveren, Adem Y. 2018. The Pious Predator State: The New Regime in Turkey. Challenge, 61(1): 85-9.

Galbraith, James K. 2008. The Predator State How Conservatives Abandoned the Free Market and Why Liberals Should Too. Free Press: New York.

Muratoğlu, Murat. 2020. İnanacak ahmak aranıyor! Sözcü, 12 Haziran 2020.

Sönmez, Mustafa. 2015. Ak Faşizmin İnşaat İskelesi. Ankara: Notabene.

Yeni Yaşam. 2020. Törenle açıldı, sessizce kapatıldı. 8 Temmuz 2020.