Halen Paris-Diderot Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapan ve politik psikanaliz üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Fethi Benslama, Türkçe çevirisi geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Ölüm Siyaseti ‘Cihatçı Üst-Müslümanlar’” adlı kitabının bir yerinde, son derece ilginç bir hadiseyi aktarır.

22 Mayıs 2007’de, El Ezher Üniversitesi’nde görevli iki profesör-imam “büyüklerin emzirilmesi fetvası” adlı ve açığa alınmalarıyla sonuçlanan bir fetva verirler. Buna göre bir kadın, bir erkek meslektaşını eğer beş kere meme vererek emzirirse onun yanında artık örtünmeden çalışabilecek ve onunla yalnız kalabilecektir. Buradaki mantık şudur: Nasıl ki İslam’da aynı memeden emen çocuklar kardeş sayılıyor ve aralarındaki ilişki ensest olarak nitelendirilip yasaklanıyorsa, burada da emzirme, beraberinde bir akrabalık (annelik) durumu yaratacak ve böylelikle taraflar ensest bir ilişkiye girmekten kaçınacaklardır.

Bu belki uç bir durum olarak görülebilir, fetvanın “saçmalığı” da açıktır ama (saçmadır, çünkü kadınla erkek arasında tam da “meme emme” üzerinden, engellenmek istenen şey gerçekleşebilir) Benslama’nın aktardığına göre, bir Cezayir gazetesinde, “Kocalar karışık ilişkilerden sakınmak için karılarından erkek arkadaşlarını emzirmelerini istiyorlar. Süt sayesinde bir aile bağı kurmak amacıyla onları meme vermeye zorluyor, böylece her türlü yasak ilişkiyi engelliyorlar” şeklinde bir haber çıkar. Bir başka gazetede ise “çalışanının memesini emmek için yararlanmak istediğinden, bu fetvanın meşruluğu konusunda akıl danışan bir iş adamı”nın “bunun için iş kanununun değişmesi gerekiyor mu” diye sorduğuna dair bir haber yayınlanır.

“Fetvalar İslamcı hareketlerin kullandığı silahlardan birini oluşturur” diyen Benslama’ya göre bu fetvanın ve benzerlerinin ümmetin yasalarıyla, yani şeriatla, ulusal devletin yasalarının çatışması ekseninde ele alınması gerekmektedir. Bu ise aynı zamanda modernite öncesinin toplumsal örgütlenme biçimini oluşturan “cemaat”le, modernitenin toplumsal örgütlenme biçimini oluşturan “cemiyet” arasındaki mücadeleye tekabül etmektedir.

Benslama tüm bu çatışma ve mücadelelerin kadın bedeni üzerinden verildiğini söyler. Modern zamanlarla birlikte kadınlar, kamusal alanda daha fazla görünmeye başlamış, erkeklerle aynı mekânları kullanır hale gelmişlerdir. İslamcılığın bunun karşısında ürettiği ilk çözüm kadının örtünmesidir; ancak Benslama’ya göre, fetvacılar örtünün cinsel yakınlaşmayı engellemediğini gördükleri için, bu sefer devreye “annelik” mekanizmasını sokmuşlardır. Kadının emzirme aracılığıyla anneleşmesi, onun erkek karşısında cinselliğini yitirmesine neden olacak ve o korkulan yakınlaşma da engellenecektir.

Benslama, bu noktada Arapçadaki ümm (anne) sözcüğü ile ümmet (topluluk) sözcüğünün aynı kökten geldiğine işaret eder ve kadının “biz”in, yani topluluğun zayıf noktasını oluşturduğu için yasak kılındığını hatırlatır: “Kadın yasaktır, ona harim denir. Bu sözcük Arapçada kutsal ve yasak anlamına gelen kökten gelir. H.r.m kökünden harem (harim), edep, konut, saygı (hürmet), örtü (ihram), tabu (mahrem), yoksun (mahrum) sözcükleri türemiştir.” İbn Manzur ise 13. Yüzyılda yayınlanan sözlüğünde tüm bu anlamları bir araya getirerek şu tanımı önerir: “Dokunulması yasak olan.”

Bu noktada bizdeki fetva tartışmasına geçebiliriz. Bizde de yaşanan benzer bir durum değil midir? Birincisi, fetvalar şeriatın hükümleri ile ulus-devletin yasalarının çatışmasının açık bir örneğidir. Üstelik bizde fetvaları sadece şimdilerde hedef tahtasına konulan din adamları değil, “laik devlet”e bağlı bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı vermektedir. Bu ise iktidarın inşa etmeye devam ettiği rejimle doğrudan ilgilidir, yaşanan şey fiili şeriat rejiminin inşası ile hâlihazırdaki seküler yasaların çatışmasıdır ve bu aynı zamanda toplumu “cemaat” olarak yeniden biçimlendiren zihniyetle, “cemiyet” arasındaki bir mücadeleye de işaret etmektedir.

İkincisi, bizde de bu çatışmanın gerçekleştiği esas alan kadınlar ve cinselliktir. “Susun” denilen din adamlarının verdiği fetvaların toplumda en çok infial yaratanları, hatırlanacağı üzerine, kadının nasıl dövülebileceğinden tutun da, çocuk yaşta evlenmeye kadar uzanan saçmalıklardır; din adamları açıkça kadından ve onun görünür hale gelmesinden korkmaktadır. Tam da bu nedenle dinin güncellenmesi tartışmasının 8 Mart’a ve kadınların sıkça konuşulduğu bir döneme denk gelmesi tesadüf değildir.

Üçüncüsü ise El Ezher Üniversitesi’nden verilen “annelik” fetvası uç bir örnek gibi görülse de, ılımlısıyla radikaliyle tüm İslamcılıkların ortak noktası, kadını anneleştirmeleri, onun asli görevini annelik olarak görmeleridir. Saray’dan yapılan 8 Mart açıklamasının “Aileden başlayarak hayatımızın her yerinde ve her anında, sevgileri, emekleri ve fedakârlıklarıyla dünyamızı güzelleştiren kadınlarımızın, Dünya Kadınlar Günü’nü tebrik ediyorum” diye başlaması bu nedenle şaşırtıcı değildir.

Velhasıl, “dinin güncellenmesi” tartışması, Türkiye’de devam etmekte olan rejim inşasından ve o inşa sürecinde dinsel yasalarla seküler yasaların çatışmasından ayrı ele alınamayacağı gibi, bu tartışmanın neden kadınlar üzerinden patlak verdiği de yine İslamcılığın kadına bakışından ayrı olarak ele alınamaz. Meseleye dair politik perspektifi belirleyecek olan da esas itibariyle budur.