Madem bir demokrasi mücadelesi içindeyiz, o halde dinin, saltanatın ve paranın tahakkümüne karşı mücadeleye girişmeyen ama an itibarıyla AKP karşısında konumlanan bir hareket gerçekten demokrat olabilir mi?

Dinin ve paranın tahakkümü

Ozan Gündoğdu

Türkiye, uzunca bir süredir İslamcı taarruza karşı mevzi savaşı veriyor. Kimileri, ülkenin bu savaşı çoktan kaybettiğini düşünebilir fakat tam tersi. Savunmada da kalsa, büyük ölçüde geri çekilmiş de olsa, son 20 yıl bize kurucu aydınlanma değerlerinin mayasının tuttuğunu kanıtlıyor. Aydınlanma güçlerine düşen en yakın zamanda yeni bir kurucu yaklaşımla toplumsal organizasyonda yeniden aktif rol oynamaktan ibaret. Ama belli ki, AKP iktidarı yalnızca aydınlanma güçlerinin bir araya gelmesiyle devrilmeyecek, ittifaklar gerekecek.


O halde gelecek, fikri tartışmaların önemini artıracak. Neden aydınlanmacıyız? Diğer aydınlanmacılardan ne farkımız var? Bu vb. soruları cevaplamak, üzerine tartışmak, geleceğe şimdiden yön verecektir.

Dinin tahakkümüne karşı mücadele

İktisatçı Korkut Boratav’ın bu meseleye ilişkin basitleştirici yaklaşımı oldukça faydalı. Aydınlanma, temelde iki tahakküme karşı verilen mücadeledir. Bunlardan ilki, dinin tahakkümüne karşı verilir. Bu haliyle mücadelenin ülkemizdeki en önemli kazanımı da hilafetin kaldırılması olur. “Bu kazanım sadece bir kanuni düzenlemeden ibaret değil, zihinlere de yerleşmiş, mayası tutmuş bir devrimdir” dersek yanlış olmaz. Türkiye toplumuna “Hilafet yeniden gelip, şerri bir düzen kurulsun mu” diye sorulsa, geniş bir çoğunluk “Hayır” diye cevap verecektir. Elbette, böyle bir şerri düzenlemenin yeniden ülkeye hâkim olmasını isteyen kesimler de var. Hatta “bu kesimlerin oranı son on yıllarda giderek arttı” demek de yanlış olmaz. Fakat hilafetçilik bu memlekette tutunacağı doğal sınırlarına dayandı. Daha fazla ilerleyemiyor ve büyük bir kriz içinde. Bunu muhafazakâr ailelerin seküler evlatlarına bakarak daha rahat gözleyebiliriz. Hilafetçilik, genç kuşaklar arasında karşılık bulmayan marjinal bir ideolojiye dönüştü. Bu nedenle kendisini gelecek kuşaklara taşıyamıyor. Bu aydınlanmacılar için umutlu bir durum.

Dinin, iktidar aygıtı içinden ayıklanarak demokratik düzenin önündeki en önemli engelin kaldırılması, aydınlanma güçlerinin hâlâ kaybetmediği ve kaybetmeyeceği en önemli mevzidir. Kaybetmemesinin nedeni ise arkasındaki halk desteğidir. Bu desteği küçümsememek gerekir.

Tek adamın tahakkümüne karşı mücadele

Fakat aydınlanma, yalnızca dinin toplumsal hayatın organizasyonundaki tahakküme karşı verilen mücadeleden ibaret sayılamaz. Eşitlik ve özgürlük hedeflerinin olmazsa olmazı, tek adamın tahakkümüne karşı mücadeleden de geçer. Bu mücadelenin de ülkemizdeki en önemli kazanımı saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet’in kurulması oldu. Bugün heveslileri olsa da ülkemizde yeniden padişahlık rejimi kurmayı hayal edenlerin sayısı oldukça azdır. Bu hevesliler an itibarıyla iktidarda bile olsalar, böyle bir taarruza girişecek barutları artık kalmadı.

Bu nedenle, aydınlanma güçlerinin rahat rahat savunabileceği bir diğer mevzi de saltanat karşıtlığıdır ki, bugün “Tek adam rejimi”ne karşı verilen mücadelenin tarihsel referansı da burasıdır. Bunları basit retorik ifadeler gibi düşünmek yanlış olur. Dinin ve tek adamın tahakkümüne karşı verilen mücadele aynı zamanda eşitlik ve özgürlük hedeflerinden kopmadığımızı, çok yara aldığımızı ama ölmediğimizi gösteriyor. Bu da aydınlanmacılar için umutlu bir durum.

Paranın tahakkümüne karşı mücadele

Bu zamana kadar ifade ettiğimiz dinin ve saltanatın tahakkümüne karşı verilen mücadele “Kemalist aydınlanma”nın iki kurucu ayağıydı. Fakat Kemalizm, solidarist olarak ifade edilen, sınıf uzlaşmacı bir aydınlanma yorumuydu. Sınıflar mücadelesi yerine sınıfların uzlaşması üzerine bina edilmişti. Bu durum, Cumhuriyet’in ilk yıllarından 1950’ye kadar kutlanan ulusal bayramlardaki sloganlarla kendini gösterir; “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz”.
Kemalist aydınlanmanın bu tavrı, onu sosyalist aydınlanmacılardan ayırıyor. Ya da daha farklı bir ifadeyle, aydınlanma gövdesi, bu noktada iki ana damara ayrılıyor. Sosyalist aydınlanmacılar ve liberal aydınlanmacılar…

Kemalist aydınlanmacılar için pür liberal demek zor olabilir ancak bu fikrin sınıf uzlaşmacı bakış açısı, gelecek yıllarda aydınlanma fikrinin de akamete uğramasına neden olur. Zira sınıf uzlaşmacı olarak başlayan yolculuk, kısa süre içinde sermaye sınıfının palazlanmasına ve bu sınıfın toplumsal organizasyonun tamamını ele geçirmesine neden olur. MÜSİAD’ın 1990’da ortaya çıkmasının köklerini 1971’de TÜSİAD’ın kurulmasında aramak yanlış olmaz. Sermaye sahipleri bugün fraksiyonel bir çatışma içinde görünse de her iki fraksiyon da aydınlanma değerlerine sıkı sıkıya bağlı değildir. Ya da “bu değerleri savunmanın gereği olan devrimci bakış açısından mahrumdur” demek daha doğru olabilir.

Sosyalist ve liberal aydınlanmacılar

Burada sosyalist aydınlanmacılar farkını ortaya koyabilir. Onlar, dinin ve saltanatın tahakkümüne karşı oldukları gibi “paranın tahakkümüne” karşı da dirençlidirler. Hatta paranın tahakkümüne karşı olmayı, dinin ve saltanatın tahakkümüne karşı olmanın ön koşulu olarak görürler. Bu haliyle ülkemizde, sınıflar arası dengesizlik bu denli yoğunken, paranın tahakkümüne karşı mücadele etmeyen bir aydınlanma fikri hızla yozlaşmaya mahkûmdur. Bunu, günümüzde “ulusalcılık” olarak ifade edilen fikrin aktüel politikadaki yorumlarından gözleyebiliriz. Aydınlanma temelli olan bu yaklaşımın, paranın tahakkümüne karşı girişilen mücadeleyi fikren kaybettiği için gelecek perspektifinden mahrum, ülkenin temel sorunlarına cevapsız bir ideolojiye dönüşmesi tesadüf değil.

Denebilir ki, ulusalcılık fikri, kemalizmin 6 ilkesinden olan devletçiliği savunur. Fakat devletçilik gerçekten paranın tahakkümüne karşı mücadele etmek anlamına gelir mi? Devletin, üretici pozisyonda olması, paranın toplumsal organizasyondaki başat rolüne ket vurur mu? Geçmiş deneyimlerimiz bu sorulara olumsuz yanıt vermemize neden oluyor.

Birtakım üretim araçlarının, bazı sanayi tesislerinin sermaye sahipliğinin devletin elinde olması piyasa despotluğunu yavaşlatsa da “devlet sermayeli işletmeler halkın çıkarınadır” demek yanlış olur. Buyurun BOTAŞ, THY… Her ikisi de devlet sermayelidir. Bugün özelleştirilse, emekçi sınıfların gündelik hayatında ne değişir?

O halde “KİT’ler halkındır, satılamaz” sloganı, bizleri doğru yere götürmüyor. KİT’ler hiçbir zaman halkın olmadı. Onlar devlet tarafından işletiliyordu. Yönetmediğiniz şey ise sizin değildir. Yine de KİT’lerin sosyal tesislerinde vücut bulan piyasacılık felsefesine aykırı uygulamalarını da yok saymayalım. Fakat hepsi bu… Bugün Türkiye halkına önerilebilecek şey, özelleştirme karşıtlığından ibaret olamaz. Daha farklı bir perspektif gerekir. Onu da “kamuculuk” olarak ifade edelim. Devletçilik demediğimizi vurgulayalım.

Bu haliyle kamuculuğu, daha büyük devlet değil, daha küçük devlet olarak yorumlamak gerekir. Sermaye sahipliğini hem piyasadan hem devletten alıp halka vermek olarak da tanımlayabiliriz. Böyle bir bakış açısı demokrasiyi yeniden tanımlamak anlamına gelir. Örgütlü bir toplumu dayatır. Kurumların çalışanlarıyla birlikte yönetilmesini ifade eder. Sadece yürütme organının seçimlerine katılan halk kesimlerini değil, hayatın her alanında bir özne olarak emekçi sınıfların inisiyatifini artırır.

Fakat güncel çatışma AKP iktidarının tasfiye edilmesiyse eğer, bunu yalnızca sosyalist ya da liberal aydınlanma güçlerinin yapmayacağı açık. Şimdiden tartışmayı derinleştirmekte fayda var; madem bir demokrasi mücadelesi içindeyiz, o halde dinin, saltanatın ve paranın tahakkümüne karşı mücadeleye girişmeyen ama an itibarıyla AKP karşısında konumlanan bir hareket gerçekten demokrat olabilir mi? Bu konudaki kuşkular yersiz değil. “Muhafazakâr demokrasi” İslamcılık fikri orada durduğu sürece hayalden ibaret gibi görünüyor. Yapısı gereği aydınlanma karşıtı olan bu fikrin bugünkü temsilcileri Gelecek ve DEVA Partileri, AKP karşısındaki mücadelede aydınlanma güçlerinin yol arkadaşlığını yapıyor. Fakat yarın aydınlanmanın gereği olarak demokrasiyi savunabilecekler mi?

Bu soruya olumlu cevap verebilmek için şimdilik daha fazla ispata ihtiyaç var. Fakat tarih, sosyalist aydınlanmacıları yeniden çağırıyor. Yeter ki, geçmişte debelenilmesin, yarını tartışmaya vakit ayrılabilsin.