Zamansız Düşünceler
Dinle Yenik İnsan-3

Sinopsis: “Kimi örnek alacaktık? Ben aslında değer arayan birisiydim, kabul edeceğim, riayet edeceğim, vicdanımın anlam boşluğunu giderecek, sahipleneceğim ve gördüklerim karşısında bana rehberlik edecek değerlerdi benim ilacım.

Ama etrafımda ne mi gördüm: “nereye yöneleceğimi bilemiyorum, nereye doğru yol alması gerektiğini bilemeyen her şeyim ben” diye derin bir iç geçiren bir sosyal ortam. Çünkü hastalığımızın yegane nedeni, tam da bu kendini bilmez ve kendi üzerine düşünemez düzenin yasakları, sınırları idi, burada yalnızca doğrular ve sorgulayanlar yasaklıydı. Düstur işi kitabına uydurmaktı, kitapta ise yasaklar bile yazmıyordu, neyin yasak olduğu bile değişiyordu, bugün suç olmayan yarın cezaya konu olabiliyordu.

Onca cinayetler karşısında kılını bile kıpırdatmayan sözüm ona bu barış ortamında, bu korkakça uzlaşma düzeni içinde, tanımsız bir modernlik ve medeniyet kisvesi altında gerçeği ancak yadsıyarak kendini barış ortamı olarak adlandırabilen, bir düzenin çocuklarıydık. İnsanların neye evet neye hayır dedikleri bile karışmıştı, hayır ile hayır iç içe geçmişti, o büsbütün “erdemli” kirlilik içinde, ruhumuzun kararmışlığıyla sarmalanmış bedenlerimiz, her şeyi “anladığı” (elbette anladıklarını birer görünmeyen istatistik rakamlarına dönüştürerek) ve anladığını zannettiği için her şeyi “bağışlanabilir”, “kabul edilebilir”, hoşgörüyle karşılanabilir hale getiren bu kara safralı düzenin keyfe keder kayıtsızlığı tam da bizim için kayıtsızlıkla katlanılabilir bir uyuşturucuydu. Vicdanlarımızı küflendirerek işe başlıyordu, vicdanımıza ancak onu bir kenara bırakarak katlanabiliyorduk, görünen gerçeklik kabul edilemez olunca, gerçekliği değiştirmek yerine, gerçekliğin göz önüne gelenlerini seçecek bir sistem kurup gerçekliği yadsımayı seçtik, ancak böyle rahatlayabildik, işte burada değer yargıları devreye girdi, yadsınacak gerçekleri seçmek için, onları kötülemek suçlamak ve cezalandırmak için. Hatta gördüklerini söylemek bile bir suç haline geldi, sansürün anlamı başka nedir ki?”

Üçü de Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik mühendisliği mezunu, üçü de yurtdışında bulunmuş, 53 yaşında, biri profesör, biri mühendis, birisi de sanatçı olmuş karakter, yanlarında 7 tane 20-30 yaşları arasında gençle birlikte, tartışıyorlar. Yukarıdaki gerçeklik tablosu üçünün de ortak profili, üçü de yakın arkadaşlar, üçü de aynı tablodan farklı sonuçlar çıkarıyorlar ve farklı anlamlar buluyorlar.

Birisi bir melenin oğlu, Kürt, İlahiyat okumaya İstanbul’a gelmiş, bırakmış, sınava girip mühendis olmuş, şimdi hiçbir şeye inanmıyor, öylece anlamsızlık duygusu içinde bekliyor, hayatını önemli görevlerde bulunmuş mühendis olarak kazanıyor.

Birisi, modern varlıklı bir aile içinde ateist büyümüş, kırkından sonra ahlaki bir raison d’etre bunalımı yaşamış, dine dönmüş, profesör.

Üçüncüsü mühendis bir babanın oğlu, rasyonalizmle büyümüş, hiç dindar olmamış, öyle açıklamaları da yavan buluyor, hayatın içinde derin bir anlamsızlık hissediyor, hiç siyasallaşmamış ve kendince insanları sınıflandırarak ve tutarlılık nedir bilmeden yaşayıp gidiyor, üst-insan büyük keşfi, uluslararası önemi olan bir sanatçı olmuş. 

Gençlerle denizin karşısında oturmuşlar, hayat üzerine konuşuyorlar, dostlar, onların idealizmleri ve değer arayan bakışları altında benzeri bir tablodan farklı çıkış yolları buluyorlar, ne ülkeden ne de insanlıktan hiçbir umutları yok, onlar için merkezde olan kendi anlam dünyaları içinde gerçekliği açıklamak için buldukları çözümler. İnanç ya da eğilim aslında bir kendini meşrulaştırma ve gerçekliğin karşısında duyulan yetersizliğe karşı bir savunma biçimi. Şeyleri anlamak da güçlük çekmiyorlar, maddi durumları da iyi, on yıllarca kendilerine yatırım yapmışlar, “başarılı” modellerimiz, aynı zamanda modernler ve uğraşları birer sığınak onlar için, nevrotik karakterleri ile baş etmek için fikirlere başvuruyorlar. Düşünceler maddi kökenlerini kaybetmiş, gerçekliğin aktif birer parçası değil, tam aksine gerçekliğin kustuğu insanlar bunlar, ne düşünürlerse, neyi savunurlarsa, neyi yaparlarsa, birinci amaçları kendi by-stander konumlarını korumak, kalın bir kendileri var, zırhlarıyla ve bu da ötekilerden kendilerini arındırmak için kullanılıyor. Şatafatlı sözlerle birbirlerine iltifat edebilirler, manevi tatmin değil aradıkları, her birisi için boşluk başka bir şeyle ikame edilmiş. Sözler acısı giderilmiş haliyle onların düşünce ve duygu dünyasında yer ediyor, varlıkları kendini gerçekleştirmek kudretinden yoksun, hatta bunu zül addediyorlar. Kendi kapalı dünyalarında muktedirler, geçimliler, hatta verici bile olabilirler.

Tam bu konuşmaların bir anında, yirmi bir yaşında güzel bir kız öğrenci, gergin yüzüyle hatta sesi titreyerek onlara köstebek meselini anlatıyor, ondan sonra da kamera ilerlemeye devam ediyor ve üç parçadan oluşan son hikâyeye ya da mesele geçiyoruz.

[Ortaçağda büyük bir manastırdaki ilk üniversitelerden birindeyiz, sınıf dolu, yaz, hava sıcak ve boğucu, iki usta tartışmacı din adamı hararetle felsefe yaparak tartışıyorlar, “köstebeğin gözü var mı yok mu?” Öğrenciler pür dikkat onları dinliyor, sorular soruyorlar, sınıfta sesler yükseliyor, taraflar tutuluyor, değişiyor saflar, ateşli bir ortam. Akşamın beşinde bahçıvan her tarafı çamur içinde giriyor, kollarının derisinde sıyrıklar var. Bahçıvan diyor ki: “Öğlene kadar kapıda oturuyordum. Merak ettim, sizi dinledim. Tartışma bitmedi, ben meraktan oturduğum yerde duramaz oldum. Bir yerden sonra tartıştıklarınızdan hiçbir şey anlamadım. Gidip köstebek yakalamak için akşama kadar uğraştım. İşte size köstebek! Bakın bakalım gözü var mıymış yok muymuş?”

Tartışmacı din adamı filozoflardan birisi konuşmayı zül addeden bir tavırla demiş ki “Köstebeğin gözünün olup olmaması bizi ilgilendirmez, bizim için önemli olan bunu tartışmaktır.” Öbür din adamı filozof ise cevap vermeye bile yeltenmemiş bu densize, bahçıvan da bu cevap ve tavırdan da hiçbir şey anlamamış.]