Sinopsis-3: Son bölüm dört sahneden oluşur, tek planda anlatılır. İlk sahne kayalıkta oturan bir türbanlı ve aynı yaştaki modern giyinmiş birisi arasındadır, erkek durmadan konuşur, ne dediğini bilmeden, âşıktır ve ayrılık konuşması yaparlar, kız ise sessizdir, derin üzüntü içindedir, gözünden yaşlar gelir. Erkek bir yandan hayattan, dünyadan, sanattan, aşktan söz eder, ayrılığı kabul edemez, ama türbanlı babasının ona layık gördüğü kısmete boyun eğmek durumundadır.
 
Kamera yoluna devam eder, iki erkek bir kadın yürüyordur, yolda arka ayaklarında tekerlek olan sakat bir köpeği gezdiren 45 yaşında bir kadınla karşılaşırlar, erkeklerden birisi onu tanıyordur, konuşurlar. Kadın yeni emekli olmuştur, hali vakti yerindedir, modada oturur, kocasından ayrılmıştır, sadakatsizliği yüzünden. Şimdi bir yandan kendini dinler, diğer yandan ise yalnızlıktan ürker. Bir yandan kendini sosyal işlere adamak ister, öte yandan kendi benliğinin istekleri ve gururu arasında sıkışmıştır. Derin bir mutsuzluk okunur yüzünden, kültüre sanata yönelmeyi düşünür, yılların iş hayatından sonra bir meşgale bulması gerekir, ama en çok da sadık bir aşka duyduğu özlemle tek başına yaşlanma korkusu benliğini sarmıştır.
 
İki erkek bir kadın yürümeye devam ederler, köpekli kadın geliş yönlerine ilerlemiştir, aralarında hayatın anlamı ve insanın doğası üzerine konuşurlar. Birden köpek havlamaları kaplar ortalığı, besili, sağlıklı, tasmalı bir kurt köpeğini gezdirir bir adam, o sırada kenarda 10-15 köpek tasmasız bir şekilde oynaşmaktadırlar. Bir kısmı sahiplidir, bir kısmı sokak köpeğidir, irili ufaklı farklı türlerdedir. Kurdu görünce birden üstüne saldırırlar, müthiş bir gürültü kaplar ortalığı, etraftaki herkes onlara bakar. Bir yandan köpeklerin sahipleri ayırmaya çalışır, bağrışırlar, öte yandan köpeklerin hırlaşmaları devam eder, birkaç dakika sürer havlaşmalar, kavga ayrılır. Kurdun sahibi oradaki köpek sahiplerine bağırmaya başlar, sahipler kadınlı erkekli karışık bir gruptur, içlerinden bir erkek de sesini yükselterek yanıt verir, kadınlardan birisi sakinleştirmek için konuşurken, kurdun sahibi sesini daha da yükseltir, bir yandan da tehditkâr bir havası vardır. Karşılığını alır, bizim iki erkek bir kadınımız kurdun sahibini sakinleştirmeye çalışırlar, “onlar ayırmaya çalıştı”. Adam bir yandan bağırırken diğer yandan kurtla ilerliyordur, neyse bağırış anlamsız olacak düzeye gelene kadar uzaklaşırlar birbirlerinden, bu kez iki erkek bir kadın ve kurdun sahibi bir söyleşiye dalarlar, birkaç dakika birlikte yürüdükten sonra, onlar da ayrılırlar. Bu kez iki erkek bir kadın hem üç olguyu hem de hayatı ve insan doğasını yorumlamaya başlarlar:
 
İnsanlar da böyledir, ısıracak köpek havlamaz, dikkat ettiniz mi, en küçüklerinin sesi en çok çıkıyordu.
 
Köpeklerin kavgasından daha çok sahiplerinin tavırları komikti, kavga bittikten sonra hırlaşmaları, her birisinin diğerine köpeğin kadar konuş havası müthişti, bir tür kürkün kadar konuş tavrının devamı gibi.
 
Kadın yatıştırmaya çalışıyor, ama öbür adam gruptan ayrılmış adamın üstüne doğru geliyor, bağıra bağıra konuşarak, adama mı kızdı, kadına mı gösteriş yapıyor, anlamadım.
 
İnsanlarla hayvanlar arasındaki ilişki tuhaf. Hayvanın sahibi gibi, ama hayvanı kendi uzantısı gibi görüyor, patronun işçiyi kendi malı gibi görmesini andırıyor.  
 
Ya yeni nesil rektörlerin öğrenci muhalefetine karşı, dokunulmazlığına ve okuldan atma yetkisine sığınarak kabadayılaşmalarına ne demeli? Yanında elbette her zaman korumaları var, yoksa öğrenciye yaklaşmaz, ama tehditkâr havada konuşur.
 
Tehdit etselerdi iyiydi, insan gibi olmadıkları için, insan gibi de konuşmayı da bilmiyorlar, zaten bilim milim hak getire! Öyle olunca kafayı sinirden haşlamış gibi laf yetiştirme yarışı, rektörle üniversite öğrencisi arasında, Allah aman Allah aman!
 
Bari üniversite sınavında anlatım bozukluklarını uydurmak yerine, boşbakanın, milletvekillerinin, rektörlerin, televizyon aydınlarının –bu da yeni bir kategori- konuşmalarını örnek olarak kullansalar ya!
 
Yapılsa, sınavın ölçerliği kalmaz, balık soru derdik biz böyle sorulara.
 
Hele temel bilim dalları arasında, rektörlerin bütün eserlerini kitap olarak yayınlasalar, başbakanların bütün konuşmalarını da,
 
Milletvekillerinin konuşmalarından aylık seçmeleri de unutma,
 
Onlar, psikiyatristler için kişilik bozuklukları konusunda inceleme nesnesi olmaktan başka işe yaramazlar.
 
Aslında insan niye rektör olur ki? Bilimle uğraşacak ya bilgisi yoktur ya da bilimle uğraşacak içsel bir dürtüsü. Onun bittiği yerde bir meşgale bulmaya çalışmıyor muyuz, idari görev de biraz böyledir. Hayatımızın üretken dönemini erken kapatıp hiyerarşimizden gelen güce sığınmak insanın ortak budalalığı değil midir? Erk insanın kapısına gelince dayanabilmek, kendini bir anda farklı hissetmemek, ancak insanın kendini bilmesiyle mümkündür. Rol çalmak sinemanın da toplumun da sorunu.
 
Ama toplum yalnızca rol çalanları biliyorsa ne olacak?
 
Murdar edilmiş hayat, ötelediğimiz ve kavrayamadığımız ilkeleri çiğniyoruz işte. Değerlerimizin üstüne inşa ediyoruz değersizliğimizi, yalanlarımızdan daha güçlü bir sığınağımız var mı? Tanrısal bir ceza var burada. Güce imrenen ya da gücü elde etmek için uzanan birisinin yanında dalkavuğu hiç eksik olmaz, kabadayılardan daha çok kabadayının yanındayken efelenen insanlar misali. Güç kendi sahteliğini hemen güç aygıtının içine zerk eder, erk sahte bir biz yaratmadan ne olunabilir ne da sürdürülebilir.
 
Bir toplumun yüz yıllık erk sahiplerinin sözleri kaydedilse, zaman içinde toplumların nasıl savruldukları görülse, aynı zamanda bütün bu savrulmalara rağmen, aslında toplumun aynı sahtekârlığı ne kadar tutarlı ve benzer biçimde sürdürdüğünü anlasak: böyle bir yüzleşme olabilir mi?
 
Modern toplumlar için çok iyi bir sosyolojik araştırma konusu olurdu, hatta garip ama yapılabilir bu artık. Erkin haritasını çıkarsaydık, doğrularımızın nasıl katledildiğini anlayıp başka değerleri öne çıkaracak bir yeni insan mümkün müydü?
 
Dostoyevski’ye göre hayır. Anlamak, yapmak ve olmak arasında sıkışır insan, en zülü kendi gerçekliğidir.
 
İnsan için vicdanı özgürlük konusu da olabilir, hapishanesi de.
 
Hep düşünmüşümdür, hapishaneler bir toplumun riya aynasıdır. Ruhsal esaret büyür özgür olmak isteyenler sürülür, bir tür iç rahatlatması işte.
 
Toplumlar mı iktidarlar mı?