AKP’nin işçilere karşı taşıdığı sınıfsal kin hem dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarıyla hem de polisin sert tutumuyla bariz olarak görüldü. Bugün AKP karşısında izlenecek yol liberal politikaların yol açtığı sonuçları ortadan kaldıracak, yaşanan süreçleri tersyüz edecek bir hattın üzerine oturmalı.

Dinozorları ve TEKEL’i hatırlamak

Zafer Aydın - Araştırmacı, Yazar

Devrimci, sosyalist mücadeleye karşı yapılan 1980 darbesinden sonra hızla uygulamaya konan özelleştirmeci neoliberal politikalara karşı en önemli direnişlerden birisi, AKP’nin, kamu kurumu olan TEKEL’i yabancı sermayeye satmak istemesine karşı 2009’da başlayan ve 78 gün süren TEKEL direnişi oldu. Emek düşmanı, sermaye yanlısı neoliberal politikaların uygulayıcısı siyasal İslamcı AKP, kamu kurumlarını ‘elden çıkarırken’ TEKEL’de ciddi bir direnişle karşılaştı. Sendikalar dahi özelleştirme politikalarına karşı ılımlı yaklaşırken, muhalefet özelleştirmeden yana tavır alırken kurumların kamu elinde kalmasını savunan emek yanlısı sosyalistler TEKEL direnişini kucakladı, sıkıca sarıldı ve büyüttü. AKP iktidarının direnişe olan sert müdahaleleri ise iktidarın maskesini düşürdü. Yazı dizisinin ilk gününde araştırmacı yazar Zafer Aydın, özelleştirme politikalarının tohumlarının atılmasından TEKEL direnişine kadar gelen süreci ve direnişteki tecrübenin bugüne katkılarını yazdı.

Ekonomik sorunların temelleri özelleştirmede

Diyecek yok; marketteki ürün rafına uzananın elini yakan fiyatlar, “Ekonominin kitabını yazanların” eseri. Ancak bu “özgün” eserin ortaya çıkışını hazırlayanların, bugün yaşananlarda payını da unutamayız. Öyle ya da böyle; son 40 yılımız “Piyasaların önündeki devlet müdahalesinin ortadan kaldırılması” adlı oyunu izlemekle geçti. Sahibi, destekçisi ve izleyeni çok olan bu “popüler oyunu” beğenmeyenleri, itiraz edenleri yaftalamak, aşağılamak için uygun bulunan kavram ise “dinozor”du. Gelişmeleri anlamayan, algılayamayan dinozorlar liberalleşmeye, özelleştirme politikalarına karşı itiraz ederek, büyük bir gelişmeye engel oluşturuyorlardı. Reel sosyalizmin çözülmesini takiben liberalleşme politikaları hızlandı ve verilen destek giderek büyüdü. Kaynakların verimli kullanılması, gelirin büyümesi, büyüyen gelirin tabana yayılması gibi siyasal söylem üzerinden oluşturulan hegemonya, bu politikalara karşı oluşan tepkiyi pasifize ederken, sermayenin ve onun sözcülüğünü üstlenen gazetecilerin, akademisyenlerin, politikacıların keyfi yerindeydi. Aynı simaların bir kısmının, bugün halkın tüketim mallarına ulaşmada yaşadığı sıkıntıları dile getirirken- örneğin Seka’nın kapatılmasıyla, tuvalet kağıdı fiyatı arasındaki ilişkide olduğu gibi- özelleştirme politikalarının rolüne işaret etmelerini görmek gerçekten göz yaşartıcı. Hal böyle olunca ister istemez Seka’da, Tekel’de ve pek çok işyerinde özelleştirmelere karşı direnen işçileri ve bilgisiyle, bilimiyle, siyasetiyle özelleştirme politikalarına karşı çıkan aydınları ve siyasal hareketleri, yani “dinozorları” hatırlamak ve hatırlatmak zorunlu hale geliyor.

Emekçiler doğrudan hedef

Türkiye’de özelleştirme macerası, 17 Mart 1984 tarihi Resmi Gazete’de yayınlanan 2983 Sayılı Kanun ile başladı. Kanun için “Tasarrufların Teşviki ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması” gibi afili başlık seçilmişti ama maksat kamu işletmelerini satmak ya da işletme hakkını devretmekti. 12 Eylül’ün baskıcı yöntemlerinin bütün ağırlığıyla devrede olduğu dönemde, Anavatan Partisi (ANAP) tarafından çıkarılan kanunla başlayan özelleştirme yolculuğu, aşama aşama ilerledi. ANAP sonrasında yönetime gelen Koalisyon Hükümetleri de özelleştirme politikalarını iştahla benimsedi ve uyguladılar. Özelleştirme sadece basit bir mülkiyet transferine ve yeni sermayedarların ortaya çıkmasına değil, emekçileri doğrudan hedef alan iktisadi, sosyal bir dizi sorunun doğmasına da yol açıyordu. Ancak özelleştirme lehine, öylesine kuvvetli bir illüzyon yaratılmıştı ki, sıranın kendisinde olmadığını düşünen kamu işçileri ve onların sendikaları da özelleştirme tarafındaydı. Örneğin Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Mustafa Özbek, 24 Ağustos 1993’te dönemin Başbakanı Tansu Çiller’e “Biz özelleştirmeye sıcak bakıyoruz: önce THY’den başlayın ve bize bir uçak satın” demişti. Özbek, Tansu Çiller tarafından memnuniyetle karşılanan bu öneriyle sınırlı kalmamış, Erdemir’e talip olmuş ve satışın gerçekleşebilmesi için Sendikalar Kanunu’ndaki sendikaların ticaret yapmasını engelleyici düzenlemelerin kaldırılmasını istemişti. Hak-İş de özelleştirme konusunda benzer yaklaşımla Et Balık Kurumu’na talip oldu.

Yandaş sermaye doğdu

Sendikal hareketin ağırlıklı bölümünde hakim olan tutum, özelleştirme politikalarını desteklemekti. Sıra kendilerinin örgütlü olduğu işyerlerine geldiğinde de iş güvencesi sağlanması şartıyla özelleştirme politikalarına karşı çıkmadılar. Zaman içinde özelleştirmenin yol açtığı sorunlar belirginleştiğinde ise özelleştirmeden değil, özelleştirmenin iyi yapılmadığından şikayet ettiler. AKP 2002’de işbaşına geldiğinde özelleştirmede ANAP’ın açtığı patika, diğer partiler tarafından kurulan hükümetlerle, otoyola dönüşmüştü. Yani özelleştirmeyi savunan, programında buna yer veren bir parti olarak AKP’nin önü apaçıktı. Ayrıca özelleştirme yandaş sermaye yaratma gibi özel amaçları açısından da AKP için büyük bir nimetti. Yandaş sermayenin oluşmasının alt yapısı bir yanıyla inşaat sektörüne destek aracılığıyla, bir yanıyla da bu mülkiyet transferi yoluyla yapıldı. Bu nedenle AKP tarafından kurulan hükümetlerin tamamının Programlarında özelleştirmeye ilişkin hedefler yer aldı.

Özelleştirme karşıtı muhalefet zayıf kaldı

AKP özelleştirme politikalarını uygulamaya sokarken eli oldukça rahattı. Emek hareketi içinde özelleştirme karşıtları ağırlıklı bir yer tutmuyordu. Onun ötesinde, emek örgütleri karşı tutumun zeminini oluşturacak politikalardan da yoksundu. Siyasal muhalefetin önemli bir kısmı da özelleştirmeciydi. Bu nedenle AKP daha rahat ve güven içinde davrandı. Ancak bu istediği gibi at koşturduğu anlamına gelmiyor. 2005 yılında SEKA’nın, 2009 yılında ise TEKEL’in aralarında olduğu kamu işletmelerinde, özelleştirme politikalarına karşı, etkili eylemler gerçekleşti. TEKEL işçilerinin 15 Aralık 2009 ile 2 Mart 2010 tarihleri arasında Ankara sokaklarının işgali olarak gerçekleşen 78 günlük eylemi, bu özelliğiyle özelleştirme karşıtı eylemler içinde farklı bir yere oturdu.

Türk-İş’in çizgisi etkisiz oldu

TEKEL’in özelleştirilmesinde ilk adım 2001 yılında, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun kararıyla atıldı. 5 Şubat 200’de Özelleştirme Yüksek Kurulu TEKEL’i, özelleştirilecek kuruluşlar arasına aldı. Arkasından da işletmenin alkollü içecekler, sigara gibi birimleri ayrı ayrı satışa çıkarıldı. Özelleştirme sonucunda 2001 yılında, 30 bin civarında olan çalışan sayısı, 2008 yılında 12 bine kadar düşmüştü. 2008 yılının şubat ayında ise elde kalan sigara ve tütün bölümlerinin, Adana, Ballıca, Bitlis, Malatya, Samsun ve Tokat fabrikaları ihale yoluyla British American Tobacco’ya satıldı. Alan firma 10 bin 818 işçiden 8 bin 247’sinin iş akdini feshetti. Hükümet ise işten çıkarılan işçileri, sahip olduğu ücret ve haklarla diğer kamu kuruluşlarında istihdamına olanak sağlamak yerine, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4. maddesinin C fıkrasında yer alan çalışma biçimini dayattı. Düşük ücretle ve güvencesiz çalışma anlamına gelen bu dayatmaya karşı TEKEL’de örgütlü Tekgıda-İş Sendikası, işçileri, Ankara’ya AKP Genel Merkezi önüne eyleme çağırdı. İşçiler haklarını alıncaya kadar Ankara’da kalma kararlığı içinde, 14 Aralık günü bulundukları kentlerden yola çıkarak Ankara’ya geldiler. İşçilerin Ankara soğuğunda 78 gün süren direnişi böylece başlamış oldu. Eylem süresince işçiler pek çok kez polis müdahalesine maruz kaldılar. Ancak geri adım atmadan Ankara’nın merkezinde kurulan çadırlarda direnişe devam ettiler. Hamdullah Uysal eylem için bulunduğu Ankara’da geçirdiği trafik kazası sonucu yaşamını yitirdi. Bölgelerde çeşitli eylemler yapmasına ve Ankara’da miting düzenlemesine rağmen Türk-İş’in izlediği etkisiz çizgi Tekgıda-İş Başkanı Mustafa Türkel’in Türk-İş Genel Sekreterliği görevinden istifasını getirdi.

Sendikal anlayışın da sorumluluğu var

TEKEL direnişi, özelleştirmeye karşı zamanında hakkıyla mücadele edilmemiş olmasının yol açtığı zaafların üzerinde gerçekleşti. Bu nedenle eylem özelleştirme karşıtı bir öz taşıyor olmasına rağmen temel talebi, iş güvencesiydi. Özelleştirme karşıtı mücadelenin iş güvencesi talebine daralmasının sorumluluğu ise özelleştirme sürecinin başından itibaren tutum alamayan, politikası ve sözü olmayan dahası özelleştirmeyi zorunluluk olarak gören sendikal anlayışa aitti.

Özelleştirme karşında politikasızlık, muhalefetsizlik, sergilenen direnişleri sahipsiz, desteksiz bırakmak, uygulamaların önünü açan bir işlev gördü. Nitekim bunun illiyet bağını TEKEL’in Malatya’daki yaprak tütün fabrikasında çalışan Hatice Burun “Sümer kapatılırken direnseydik, Tekel kapanmazdı belki” diye kurmaktadır. Aynı şekilde Reyhan Alataş da, “Keşke bir şeyler yapsaydık, özelleştirmeler durdurulsaydı” ifadesiyle. Burada sıra kendisine gelene kadar beklemiş olmanın verdiği rahatsızlık ifade edilirken yapılması gerekenin ne olduğuna dair de önemli bir deneyim ortaya konmaktadır.

Eylem, politik olarak sahipsiz bir eylemdi. Sosyalist çevre ve partiler tarafından coşkuyla desteklenmesine ve iyi bir dayanışma örneği sergilenmesine rağmen, siyaseten sahibi yoktu. Bu nedenle de AKP iktidarı karşısında toplumsal bir itirazın örgütlenmesinin zeminine dönüşmedi. Her ne kadar CHP Genel Başkanı, “AKP’yi asker değil, işçiler götürecek” dediyse de, bu kendi partisi için bile bir siyasete dönüşmedi.

Kazanım olmasa da tecrübe sağladı

AKP’nin işçilere karşı taşıdığı sınıfsal kin hem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarıyla hem de polisin sert tutumuyla bariz olarak görüldü. Polisin Abdi İpekçi Parkı’nda işçilere sert müdahalesi eylemin arkasındaki desteği arttırdı.

Eylem sınıf şemsiyesinin birleştiriciliğini gözler önüne seren, bilinçlere işleyen bir işlevi yerine getirdi. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelen Türk, Kürt, Laz, Gürcü çeşitli etnik kimliklere sahip emekçiler, ortak çıkarları için omuz omuza mücadele ettiler. Eylem önemli bir kardeşleşme yarattı. Mücadele ile düşünsel olarak, niteliksel dönüşümler yaşadılar. Buna ilişkin veri ve değerlendirmeleri Hem Nuray Türkmen’in hem de Sevgi Yılmaz’ın kitaplarında görmek mümkün.

TEKEL direnişi, 4-C’de yapılan kısmi iyileştirmeler dışında bir kazanım ortaya koyamadı. Bu açıdan bakınca, başarıyla sonuçlanmadı denebilir. Ancak farklı bir eylem türü, derslerle dolu önemli bir deneyim olduğu da inkar edilemez. Ne var ki bugün özelleştirme karşısında kaybedilmiş bir mücadelenin enkazı altındayız. Öte yandan dünün ateşli özelleştirmecileri bile bugün özelleştirmelerin yarattığı sorunlara dikkat çekiyorlar. Bu da açıkça gösteriyor ki, AKP karşısında izlenecek yol liberal politikaların yol açtığı sonuçları ortadan kaldıracak, yaşanan süreçleri tersyüz edecek bir hattın üzerine oturmalı. Burada vazifenin yine dinozorlara yazıldığını söylemeye gerek var mı?

Bu yazının hazırlanmasında yararlanılan kitaplar şunlardır:

Yıldırım Koç, AKP ve Emekçiler 2002-2012, Epos yayınları, Ankara ,2012.

Sevgi Yılmaz, Bir Direnişin Öyküsü Tekel, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011.

Nuray Türkmen, Eylemden Öğrenmek Tekel Direnişi ve Sınıf Bilinci, İletişim Yayınları İstanbul, 2012.