Bu aralar, yazdığım bir yazı yüzünden savaşla, soykırımla, sürgünlükle ilgili kitaplar okuyorum sürekli. Okuduklarımın etkisi ve yaptığım çalışmanın sınırlı vakti  yüzünden, günlerdir az uykuyla idare ediyorum; bu yazıyı da uykusuz bir gecenin sabahında yazabildim. İşin kötüsü, birkaç saatlik uyku aralarındaki rüyalarımda da ya sınırı geçerken silahlı adamlar ve köpekler çeviriyordu etrafımı, ya da sonsuz gibi gözüken bir çölün ortasında hangi yöne gideceğimi bilemeden aç susuz yürüyordum.

Bütün bu okumalar, yazmalar ve rüyalardan sonra, aklımı meşgul eden soru, “Neden hiçbir şey değişmiyor?” oldu. Değişiyordu bir şeyler elbette, ama bugün de on binlerce insan evlerini barklarını bırakıp belirsizlik ve tehlikelerle dolu yolculuklara çıkmak zorunda bırakılıyordu ve sonra onlardan birisi sağ kalmayı başarıp Taksim’de ya da Kadıköy’de sırtında çocuğu, yanınıza gelip ekmek parası dileniyordu sizden. Bazılarınız şefkatle yaklaşıyor belki onlara, bazılarınız da tiksintiyle ya da korkuyla, başımıza bela olduklarını da düşünüyor olabilirsiniz… Tüm bunlar yaşanırken, hiçbir şey olmuyormuş gibi de hayat devam ediyor bir yandan, hep devam etti. Roboski’den de, Soma’dan da sonra devam etti; milyonlarca insanın öldüğü dünya savaşlarından sonra da devam etti ve tüm bu acıların müsebbibi fikirler, oluşlar da… Ama işin tuhafı, umut da devam etti, ezilenlerin arasında direnmekten vazgeçmeyenler de oldu hep, çok büyük acıları göze alarak, sonunda somut bir şey kazanamasalar da…

Çekilen bu acıları düşünürken, aklıma yıllar evvel yazdığım bir yazı geldi. Radikal İslamcı birisinin, üniversitede öğrenciyken yanımıza gelip sorduğu bir sorudan bahsetmiştim o yazıda. Diyordu ki, “Solcular kendilerini bekleyen bir cennete inanmadıkları halde, bir ödüle kavuşmayacaklarını bile bile, nasıl olup da fikirleri uğruna bu kadar acıyı göze alabiliyorlar?” Sorduğu bu soruyu o âna kadar düşünmemiştim hiç, diğerleri ise uzun uzadıya bir şeyler anlatmışlardı; bir tür mahşer gününü andıran devrimden, bir tür cennet hayalini andıran komünizmden, materyalizmin gerçekte ne olduğundan vs… Bu soruya benim yanıtım ise, Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirinde bahsettiği yaşama duyulan koşulsuz bağlılık olmuştu: “Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, / yahut kocaman gözlüklerin, / beyaz gömleğinle bir laboratuvarda / insanlar için ölebileceksin, / hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, / hem de en güzel en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiğin halde.” Çünkü bu sorunun yanıtı, sadece ideolojilerle açıklanamazdı, aşkı ya da çocuğu için, hatta yaptığı resim ya da bir avuç toprak için de canını verebilirdi, veriyordu insanlar.

Bu şiirin sonunda yer alan “yaşadım diyebilmek için”, bana göre her şeyi açıklıyordu. Gılgamış’tan beri, edebiyat da hep yaşama duyulan bu inanca işaret etmişti. Sandor Marai ise, her şeyi yöneten bir “büyük yasa”dan bahsediyordu “Eszter’in Mirası” adlı romanında, dünyanın da, aklın da kurallarından daha güçlü bir yasanın insanlara nasıl boyun eğdirdiğini. Arzuların emrine amade olduğu bu “büyük yasa”, yeniden yazılmalıydı belki de… Yaşanan acıların sürekli kendini tekrarlamasının önü kesilemiyordu çünkü. Marguerite Duras’nın “Acı”sını yeniden okurken, daha çok düşünür oldum bu “büyük yasa”yı. Bir insan mermiyle, hastalıkla, araba kazasıyla ölebilir ama “açlıktan hayır, açlıktan ölünmez!” diye haykırıyordu Duras; bir insanın sevgilisini ya da çocuğunu hayatta tutabilmek için canını bile verecekken, bir parça ekmek veremeyişindeki çaresizliği anlatırken. Bana yetmiyor artık, bulduğum gerekçeler, fikirler, şiirlerden dizeler, açlıktan ölmeye devam ederken insanlar… “Büyük yasa”yı değiştirmenin yolu, belki de Breton’un yöntemiyle mümkündür, “acının dibi”ne kadar giderek… Yaşama zahmetine değecek olan umut, acının dibinden başka bir yerde olmasa gerek.