Proleterleşme, çalışma koşullarına, ücretlere de yansıyacaktır. Dershane öğretmenleri için yirmi dakikalık öğle molası dışında on iki saate ulaşan mesai söz konusudur. Kimi sözleşmeler, dershane için tanesi üç-dört liradan 400 soru hazırlama yükümlülüğü içermekte; soruların hazırlanmaması halinde bu bedel aylıktan kesilmektedir. “Parça başına ücret”, böylece, arka kapıdan eğitim sistemine girmiştir.

Diplomalı proleterler: Öğretmen olmak

Hep biliyorduk ki Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğu, emeği ile geçinen insanlardan, kısacası emekçilerden oluşmaktadır. Son istatistikler de bize öğretti ki, toplumumuzun emekçi niteliği hızla yoğunlaşmış; çalışan nüfus içinde emekçilerin payı, 2014’te yüzde 94,9’a ulaşmıştır.

Yine biliyorduk ki emekçilerin büyük çoğunluğu ücretlilerden, yani hayatlarını işgüçlerini satarak sürdüren insanlardan; açıkçası işçilerden oluşmaktadır. TÜİK verileri ortaya koymuştur ki, zaman içinde toplumumuz daha fazla işçileşmektedir. Son on yıl içinde (2004-2014 arasında)  çalışan nüfus içinde ücretli/yevmiyeli insanların (işçilerin) oranı, yüzde 65,7’den 75,2’ye yükselmiş.

Demek oluyor ki, başkalarının emeğine el koyarak yaşayan sınıf (burjuvazi) çok küçük bir azınlığa dönüşmekte, yalnızlaşmaktadır. Varlığı, işçi sınıfının varlığına bağlıdır. Ama, kesintisiz genişleyen bir büyük kalabalıkla karşı karşıya kalmak aynı zamanda ürkütücüdür. Hele hele, karşıtlık tohumları işin doğasında varsa…

Bu kalabalığın yeknesak olmaması burjuvaziyi teskin edebilir. Zira, işçi sınıfının kalabalıklaşması, çeşit çeşit insanların katılmasıyla gerçekleşmektedir. Özellikle diplomalı işçilerin sayısı artmaktadır. Bunlar da, diplomalarının yaratabileceği farklılıkların beklentisi içindedir. Bu tür beklentiler, o büyük kalabalığı parçalara böler; ayrıştırır.

Ne var ki, bu beklenti giderek geçersizleşmektedir. Sermayenin artan hâkimiyeti sonunda, meta üretimi, ücretlilik ilişkisi gündelik hayatın her hücresine yerleşir ve çalışma koşulları, ücretleri, güvencesizlikleri bakımından diplomalılar da diğerlerine benzeşir; kısacası proleterleşirler.

Burjuvazi bu benzeşmenin fark edilmemesine; diplomalıların diğerleriyle ortak sınıf aidiyetinin algılanmamasına büyük önem verir. Bu nedenle düzmece söylemler (“orta sınıflar”) ve diplomalıların işçi kimliklerini gizleyen uydurma “pozisyonlar” icat edilir.

İlerici sosyal bilim ise, bu türden ideolojik deformasyonlara karşı, diplomalıların  proleterleşmesini ortaya koyan araştırmalara yönelmektedir. Aklıma gelenleri sıralayayım: Tanıl Bora ve arkadaşlarının dört yıl önce yayımlanan, Boşuna mı Okuduk? Beyaz Yakalı İşsizliği, bir çığır açmıştır. Elif Aksu Kaya, Özlem Özkan ve Özgür Narin, “işçileşen mühendisler”, “hemşire emeği” ve “üniversitelerde bilim yapmak” üzerinde çalışmışlar ve araştırmalarını Emeğin Kitabı derlemesinde yayımlamışlardı. Bunları daha önce tanıtmıştım. Geçen hafta da, diplomalı proleterlerin genç bir alt-katmanını, çağrı merkezleri işçilerini bizlere tanıtan Gamze Yücesan-Özdemir’in kitabını gözden geçirmiştim.

Bu doğrultuda yeni bir katkıyı Orkun Saip Durmaz yapıyor: Türkiye’de Öğretmen Olmak: Emek Süreci ve Yeniden Proleterleşme (Nota Bene yayını, 2014).

• • •

Kitabın konusu olan “Türkiye’de öğretmen”, daima emeği ile geçinen bir insandı; sonraları icat edilen bir ifade ile  “beyaz yakalı emekçi” idi. Önceleri kendisini “emekçi” olarak nitelendirmezdi; devlet memuruydu, meslek sahibiydi. Ona, ayrıca, “ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli kimliği ile Cumhuriyet’i muhafaza edecek” öncü kadroların içinde yer alma görevi verilmişti. Bu nedenle anneler, babalar çocuklarını ona, “eti senin, kemiği benim…” diye emanet ederlerdi.

Ben böyle bir aileden geliyorum. Rumeli muhaciri, erkeksiz bir kadın olan anneannem Söğüt’te öğretmenlik yaparken Yunan işgaliyle karşılaştı; yanında iki kızıyla Türk ordusuna katıldı; askerlere çorap dikerek; hastabakıcılık yaparak Polatlı’ya kadar geldi. Yunanlılar çekilince Söğüt’e döndü. İki kızını öğretmen okullarına verdi; “çalıkuşları” olarak yetiştirdi. Kemeraltı esnafının “Hocanım”ı olarak İzmir’de emekli oldu. Konya’da öğretmenlik yapan annem, lisede edebiyat öğretmeni olan babamla tanışıp evlendi. Ben de Konyalı olarak dünyaya geldim; aile geleneği olan öğretmenliği sürdürdüm.

Orkun Saip Durmaz, Türkiye’de Öğretmen Olmak’ta bizleri seksen yıl sonrasına taşıyor. Araya sermayenin sınırsız tahakkümü, piyasalaşma, ticarileşme, özel okullar, dershaneler girmiştir. Öğretmen hâlâ emekçidir; ancak, konumu değişmektedir. Aynı  işleri yaparken bile, meslek sahibi olma özelliğini yitirmektedir; zira, meslekî nitelikleri (emeği) metalaşmaya, “işgücü” olmaya başlamaktadır.

Anne-babalar, çocuklarının okuması için (devlet okulları dahil) artan oranlarda bedel ödemeye başlamıştır. Kendilerini okul yöneticilerinin, patronlarının müşterileri olarak algılayan veliler artmıştır. Arada kalan öğretmenin saygınlığı onarılamayacak boyutlarda aşınmıştır. Veliler, bir telefon (“Alo 147”) şikâyeti ile öğretmenlerin geleceklerini karartabilmektedir. Öğrencilerin “günaydın öğretmenim” hitabı, geçmişten bir hoş seda olarak anılmaktadır.

Velilerin “müşterileşmesi” ile eş-zamanlı olarak, devlet okullarına (hastaneler ile birlikte) “kapitalist işletme” zihniyeti de aşılanmaya başladı. Kadrolu öğretmenlere performans uygulamaları, sicil amirini fiili işveren konumuna dönüştürdü. Ancak, emeğin tam anlamıyla disiplin altına alınması için, işgücü piyasası tamamen esnekleşmeli; emekçilerin rekabeti yaygınlaşmalıydı. Sözleşmeli/ücretli altmış bin, ataması yapılmayan üç yüz bin öğretmen, yıllık sözleşmelerle çalışan (tamamen işçileşmiş) sayısı belirsiz özel okul öğretmeni, asgari ücret dahi ödenmeyen stajyerler ve nihayet elli bini aşkın dershane öğretmeni… Büyük çoğunluğu güvencesizleşen bir emek ordusunun oluşumu; yani proleterleşme…

Proleterleşme, çalışma koşullarına, ücretlere de yansıyacaktır. Dershane öğretmenleri için yirmi dakikalık öğle molası dışında on iki saate ulaşan mesai söz konusudur. Kimi sözleşmeler, dershane için tanesi üç-dört liradan 400 soru hazırlama yükümlülüğü içermekte; soruların hazırlanmaması halinde bu bedel aylıktan kesilmektedir. “Parça başına ücret”, böylece, arka kapıdan eğitim sistemine girmiştir. Herhalde bu nedenle dershane emekçileri kendilerini “öğretmen” olarak değil, “dershaneci” olarak adlandırmaktadır. Öğretmeni, “aydından ameleye dönüştürme”, böylece, en zayıf halkadan başlamaktadır.

Orkun Saip Durmaz, bunları ve çok daha fazlasını anlatıyor; inceliyor. İncelemesini önemli bir şey yaparak başlatıyor: Öğretmenlerin proleterleşme sürecinin kavranması için gereken kuramsal alt-yapıyı tartışıyor; sunuyor. “Öğretmen kimdir?” sorusunun, ancak toplumsal sınıflar alanı içinde aranacağını ve  bu arayışa maddeci tarih perspektifinin ışık tutacağını düşünmektedir.

Kitabın ilk üç bölümündeki bu kuramsal tartışma, adım adım somuta taşınıyor. Bu gezinti boyunca, beyaz yakalı katmanlar, profesyonelleşme ve orta sınıflar; yabancılaşma ve öğretmenlerin konumu ele alınıyor, neo-liberalizmin eğitimde yarattığı dönüşümlere gelindiğinde, Türkiye’de öğretmenlerin kaderinde meydana gelen sarsıntılar, önce AKP’li yılların politikalarına, uygulamalarına ağırlık verilerek inceleniyor.

Durmaz’ın kitabı, altı okul ve bir dershaneyi kapsayan bir alan çalışmasının betimlenmesi ve incelenmesi ile son buluyor. Türkiye’de Öğretmen Olmak’ın ana aktörleri, yani öğretmenler, doğrudan doğruya konuşuyorlar ve  eğitim sistemindeki uzun süreli bir bozulmanın, AKP döneminde çürümeye dönüşen son aşamasına ışık tutuyorlar.

Kuşağımın meslektaşları için konuşabilirim. Öğrenciliği ve öğretmenliği biz böyle, bugünküler gibi yaşamadık.

Durmaz’ın açıklamaları, bulguları, çözümlemeleri, bu çürümeye karşı direnen, mücadele eden kişiler, hareketler için  gereken bilgi birikimine katkılar sağlamaktadır.