11 Ekim 2019 akşamı evliliğimizin 20. yıldönümünü kutlarken, 1999’da Beyoğlu Nikah Dairesi’nde kaydedilen video görüntülerini izliyorduk. Bir ara oğluma (artık 15 yaşında) görüntülerdeki çok sayıda dostu şöyle anlatırken buldum kendimi: “Bak oğlum, şu abiyi suçsuz yere yıllarca hapiste yatırdılar, şimdi hayatını yeniden kurmaya çalışıyor. Şu amcayı hapse atmadılar ama mahkemelerde süründürdüler, hayatı zindan ettiler. Şu ablaya şöyle yaptılar, bu arkadaşa şunları ettiler. Bak, şu abiyi Gezi Direnişi’yle ilgili, aslında var olmayan bir suçtan dolayı hapse attılar, serbest bırakmaya da hiç niyetleri yok.” Bir ara dayanamayıp Beyza’yla gülmeye başladık: “Oğlan şimdi diyecek ki ‘Annemle babama selam veren hapse girmiş! Ben bunlardan uzak durayım bari!’”

Şaka yapıyorduk ama hüzünlüydük, iktidarın hapisten çıkarmamaya niyetli olduğu o son isim Osman Kavala’ydı; Susurluk/kontrgerilla karanlığına karşı umut verici bir toplumsal hareketin başını çeken Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi ve 12 Eylül’e karşı demokratik bir toplum sözleşmesinin peşinde koşan Sivil Anayasa Girişimi üyeleri o gün toplanıp nikaha gelmişlerdi.

Aradan aylar geçti, 18 Şubat 2020’de uzun zamandır yaşamadığımız bir sevinç yaşadık; Mücella Yapıcı ve Osman Kavala başta olmak üzere bu ülkenin birçok güzel insanının yargılandığı akıldışı mahkeme oyununda beraat kararı çıkmıştı. Bu güzel haberden birkaç saat sonra Osman’ın bu sefer 15 Temmuz’la ilgili gözaltına alındığı haberi patladı, insanın kanını donduran yeni bir hukuksuzluk düzeyine böylece geçmiş olduk.

Var olmayan bir suçtan nihayet beraat ettiği gün var olmayan başka bir suçtan dolayı tekrar hapse atılan Osman Kavala’ya yapılan zulmün doğasını gösteren çok iyi yazılar yazıldı -L. Doğan Tılıç’ın işkencelerle dolu bir sorgu sürecinin bittiğini düşünerek sevinirken sorgulamanın yeniden başlamasının yarattığı etkiyi anlattığı “DAL gibi...” mesela (20.02.2020)- ama 18 Şubat gecesinden beri benim aklım sürekli A World Apart/Ayrı Bir Dünya (1988) adlı filme gidiyor.

1963’ün Güney Afrikasında geçen film, faşizmin en zalim araçlarından biri olan ‘90 gün gözaltı yasası’nın yaşattığı kabusu anlatır. Bu yasaya göre, ırkçı beyazların elindeki Güney Afrika yönetiminin yasadışı ilan ettiği Afrika Ulusal Kongresi’yle bağlantısı olduğu düşünülen herkes, 90 gün boyunca herhangi bir mahkeme emri, savcılık belgesi vs olmadan hapishanede tutulup sorgulanabilecektir. Filmde, kocası komünizm ve vatan hainliğiyle suçlanan gazeteci Diana Roth’un 90 günlük gözaltına alınışını, 90 günün sonunda serbest bırakıldıktan hemen sonra polis merkezinin önünde tekrar gözaltına alınışını izleriz. Senaryo, Apartheid karşıtı akademisyen ve gazeteci Ruth First ile Güney Afrika Komünist Partisi’nin lideri olan kocası Joe Slovo’nun 1963’te yaşadıklarına dayanıyor. Yani bu öykü gerçek.
Ama sonra ne oldu? Faşist Apartheid Rejimi yıkıldı gitti, Güney Afrika’yı o faşistlerin yok etmek için uğraştığı mazlumlar yönetmeye başladı. İşte bu da gerçek.
Zalimin iktidarı her yerde her zaman yıkılmaya mahkûm olmuştur. Bu yüzden, tarih ve diyalektiğin gücü adına, diren Osman!