Yaşam olayları karşısında gösterdiğimiz direnç her zaman bir çözüm veya başarı getiremeyebilir. Ne kadar çabalarsak çabalayalım bir sınavı geçemeyebilir, bir ilişkiyi onaramayabilir veya maddi bir güvence sağlayamayabiliriz. Ancak direnç artık repertuarımıza eklenmiştir ve yaşamın alengirli yollarında kıvranırken yeniden direnmek için bize alt yapı oluşturacaktır.

Direnç, ruhsal esneklik ve nöroplastisite

Nesli ZAĞLI

Bugünün dünyası üzerindeki yaşamın; insan ruhsallığı üzerindeki yıkıcı, kıyıcı etkisi yadsınamaz. Evrensel veya toplumsal anlamda küçük, orta, büyük ölçekli çok büyük basınçların ve baskılayıcı global politikaların kıskacında yaşıyoruz. İnsan olma hallerimiz kısa süreler içinde büyük değişimler gösteriyor.
İnsan canlısı için esnemenin, adaptasyonun bu kadar hızlı olması gereken bir çağa ilk defa ulaştığımızı düşünüyorum. Bu elbette bizlerde büyük bir korku yaratıyor. Uyum sağlayamadığımızda sistemin dışına atılma ve o derin boşluk tarafından yutulma korkusu. Bu nedenle yaşam, ülke ve dünya olayları altında ezilirken direnmemiz, sağ kalmamız (ve bunun için ruhsal anlamda esneyebilmemiz) ve değişebilmemiz gerekiyor.

İnsan, doğası gereği gelişimsel olarak kırılmalarla ve tekrar onarımlarla gelişen bir varlık. İnsan hayatı da dışarıdan hiçbir etki olmasa bile kendi doğal ortamında tekrarlayan gelişimsel basınçlarla şekilleniyor. Örneğin, bir insan canlısının doğumundan sonra bağımsız bir birey olmaya ulaşma serüveninde hep kayıplar, kazanımlar, yıkılmalar, ayağa kalkmalar var. Yine bir bebeğin anneden ayrışma süreci, attığı ilk adımlarla başlar ve kazanılan hareketlilik aynı zamanda güvenli bir yuvanın da kaybıdır. Benzer bir şekilde bir ergenin olası baskılar altında özerkliğini kazanması aynı zamanda kolay erişilebilir bir kimliğin de kaybıdır çünkü artık ailenin kendi sistemi ve değerleri üzerinden sunduğu hazır kendiliği olduğu gibi kabul etmeyecek ve kendi değerleri üzerinden bir yenisini inşa etme çabasına girişecektir. Yaşlılık döneminde ise senelerce inşa ettiği özerkliği evlatlarının evine bakım için yerleşmek zorunda kalarak terk edecektir. Ne pahasına? Bebekken terk ettiği güvenli zemine ulaşma pahasına. Bu durumda insan hayatı dışarıdan hiçbir travmatik etki almasa da sarsıntılarla yaşanan bir süreçtir. Ama hayat bu şekilde dışsal faktörlerden izole bir gerçeklik değildir. İşin içine “diğerleri” girecektir, fiziksel ve ruhsal tehditler girecektir, sosyoekonomik basınçlar girecektir. Bu nedenledir ki insanın yaşamla dansı bir ömür boyunca bir ileri, bir geri sürecek ve her insanın yaşam öyküsü bir varoluş mücadelesine dönecektir. Yaşama dair engeller ve zorluklar karşısında insan için çok fazla seçme şansı yoktur. Mevcut koşula uyum gerektiğinde köklü bir değişimi zorunlu kılacaktır. Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir dediğinizde sadece yaşam ve ölüm arasında bir olasılık görmek oldukça naiftir. İşin aslı hayatın böyle bir durumda karşımıza sarsılmak, sendelemek, geri çekilmek, kıvranmak yelpazesinde pek çok olasılık çıkarmasıdır ki bazen ölümden bile beterdir.

Travmatik yaşam olayları karşısında sergilediğimiz davranışlarımızın repertuarı çoklu bireysel faktörlere bağlıdır. Erken dönem çocukluk yaşantıları, sosyoekonomik etkenler, göç öyküsü, gelişimsel farklılıklar, duygu düzenleme ve problem çözme becerisi gibi. Peki, bir insanın travmatik yaşam deneyimleri karşısında bir direnç göstermesi nasıl mümkün olur? Bunun hem genetik, hem psikososyal hem de öğrenme yoluyla edinilmiş bir repertuar olduğunu varsayabiliriz. Hayatın azılı güçlükleri karşısında bilenmek, güçlenmek ve yıkılmadan durabilmek bazı insanlar için mümkün. Aynı cümleyi bir de toplum bazında düşünelim. Toplumların ve devletlerin azılı güçlükleri karşısında bazı kişi ve grupların bilenmesinin, güçlenmesinin ve yıkılmadan durabilmesi de mümkün. Direnç kelimesini, psikolojide farklı kavramlara denk gelmesine rağmen kullanmamın da nedeni bu. Dirençten kastım; hayata, insanlara, toplumlara ve devletlere karşı bir “direniş” hali. Direnç kökenini fizikten alan ve elektrik akımına karşı gelişen etkinin ölçümünü ifade eden bir kavram. Bu durumda da biz, yaşamsal elektrik akımlarına bedenlerimizle, ruhlarımızla verdiğimiz yanıtı kastetmiş oluyoruz. Yaşamım boyunca psikolojik direnç üzerine düşünmüş olduğumu söyleyebilirim. Geçenlerde çeyrek asır sonra okuduğum bir romanda hayata karşı duruşumun direnç kavramından ne kadar etkilendiğini tekrar fark ettim. Roman Jack London’ın Martin Eden’iydi ve aslında dirence dair en sağlam imgelerimden birinin Martin Eden olduğunu anladım. Travmatik bir gelişimsel öyküsü olan ve ağır koşullar altında çalışan işçi sınıfından bir genç adamın büyük bir yazar olmak uğruna verdiği entelektüel ve fiziksel mücadelenin öyküsü anlatılır kitapta. Aç, uykusuz, âşık, derbeder Martin hayata ve güçlüklere karşı şiirsel bir şekilde direnir. Çünkü bir ideali vardır; âşık olduğu üst sınıftan bir kadına ve onun suretinde bulduğu estetik ve güzelliğe ulaşmak. Güç, emek, çaba bu direnişin en önemli katkısıdır. Gerçek yaşama uyarlarsak kendi çıplak varoluşumuzdan öte bir ideale, bir ülküye inandığımızda ve kapasitemizin sınırlarını aşacak bir mücadele verdiğimizde kazanmasak bile savaşmış oluyoruz. Bu noktada elbet kazanmayacağı savaşa girmeyenler baştan eleniyor. Toplumsal düzeyde baktığımızda direnerek kazananları ve fildişi kulelerinde ahkâm kesenleri hatırlayalım.

Yaşam olayları karşısında gösterdiğimiz direnç her zaman bir çözüm veya başarı getiremeyebilir. Ne kadar çabalarsak çabalayalım bir sınavı geçemeyebilir, bir ilişkiyi onaramayabilir veya maddi bir güvence sağlayamayabiliriz. Ancak direnç artık repertuarımıza eklenmiştir ve yaşamın alengirli yollarında kıvranırken yeniden direnmek için bize alt yapı oluşturacaktır. Direnmek, emek vermek, üretmek insan varoluşuna dair yüce değerlerdir ama yukarıda da bahsettiğimiz gibi direnci tetikleyen üst değerler sistemine dair bir bilinçtir. Direncin ödülü ise “resillience” olarak da anılan ruhsal esneme kavramıdır.

Hırpalandıklarımız karşısında esneyebilme, değişebilme, dönüşebilme kapasitesini anlatır. Travma kelimesinin kökenindeki gibi travmatik deneyim ya sürtünüp (rub) yaralayacak ya da sürtünüp temizleyecektir. Travmadan temizlenmek, arınmak bile başlı başına bir ideal aslında…

Ruhsal esneklik kavramını nöroplastisite kavramından ayrı düşünemiyorum. Nöroplastisite beynin fiziksel veya zihinsel uyaranlar karşısında yeni bağlantılar oluşturmasını ifade ediyor. Geçen yüzyılın ortalarına kadar beynin doğum ve ergenlikten itibaren çok da değişmediği düşünülürken, beynin nörogenez denilen yeni bağlantılar oluşturma sürecinin beşikten mezara kadar devam ettiği öğrenildi. Şimdilerde araştırma bulgularının klinik alanlarda (nörogelişimsel ve nöropsikiyatrik vb. ) kullanılmasına çalışılıyor. Nörogenez ve nöroplastisite kavramları çok umut verici kavramlar. Beynimiz statik değil, “plastik” ve bir kitabın, bir davranışın veya bir psikoterapi seansının bile beyni değiştirebileceğini öğreniyoruz. Hâl böyle ise beyin direnci de, direnişi de öğrenebilir. Teri, kanı, gözyaşını göze almak gerekir. Bireysel ve toplumsal bazda eğer dünyayı yerinden oynatmak istiyorsam o kaldıracı kurup, o teri dökmeliyim. Aslında kendimizde de dünyada da değiştirilmesi gereken çok şey var. Bu da biz direndiğimiz müddetçe mümkün…