Kitlelerin kendiliğinden gelişen isyanını zafere ulaştırabilecek bir parti/örgüt yok ise, o isyanın yenilgiyle sonuçlanması büyük olasılıktır.

Direnişler ve önderlik
Gezi Direnişi de sosyal medya üzerinden kitleselleşen direniş örneklerindendi. (Fotoğraf: DepoPhotos)

Mustafa Kemal Coşkun

Yaklaşık bir kırk yıl öncesinde, dünyamızın köklü bir alt-üst oluş sürecinde olduğu ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan uluslararası ilişkiler sisteminin, ekonomik, politik ve ideolojik düzeylerdeki yapıların hızla değişmekte olduğu ileriye sürülmeye başlanmıştı. Bu çerçevede, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, gerek sol değerlerin gerekse bu sol değerler tarafından savunulan işçi sınıfı hareketlerinin bir yenilgisiyle yüz yüze olduğumuz yorumları yapılmaktaydı. Nitekim, çok yakın bir zamana kadar, işçi sınıfının bittiği, dolayısıyla işçi hareketinin bittiği, bunun yerine sınıfa dayanmayan yeni toplumsal hareketlerin geliştiği sürekli olarak telkin edilmişti. Buradaki temel vurgu, işçi sınıfının tarih içerisinde işgal etmiş olduğu merkezi konumunun artık ortadan kalktığı, doğrusu, işçi sınıfının artık bir toplumsal aktör/özne olarak düşünülmemesi gerektiği üzerineydi. Hatta Giddens gibi teorisyenler, sağ ve sol arasında herhangi bir anlam farklılığı kalmadığını söyleyecek kadar ileri gitmişti.

Aslında ne işçi sınıfı hareketi bitti ne de geliştiği söylenen toplumsal hareketler sanıldığı gibi yenidir. Bence artık eski ve yeni toplumsal hareketler arasındaki ayrım da fazlasıyla gereksizdir. Birçok hakları gasp edilen işçi ve emekçi sınıflar ile kentsel dönüşüm ya da ekolojik yıkımın mağdurları sokakta bir araya gelmektedir zaten. Zira son kırk yıldır hegemonik hale gelen neoliberal iktisadi düzenin hem ekonomik, hem sosyal hem de ekolojik bir felakete yol açtığı tartışılmaz biçimde ortaya çıktı. Bir taraftan düzensiz ve güvencesiz çalışma normal hale geldi, yoksullaşma giderek arttı, çalışanların sosyal hak kayıpları büyüdü, diğer taraftan müthiş bir metalaşma süreci ile dünya ekolojik bir yıkımın eşiğine geldi. Bütün bunlara karşılık dünyanın her yerinde irili ufaklı toplumsal hareketler ve direnişler gelişti. 1999’da Seattle’daki eylemler, 2001 yılında Porto Alegre’de gerçekleştirilen sosyal forum, 2010’dan sonra Yunanistan, İzlanda, İspanya ve Portekiz’de gerçekleşen işgaller ve kendiliğinden isyanlar önemli örnekler arasındadır. 2013’teki Gezi İsyanı’nı da bu hareketler içerisine yerleştirmek hiç de yanlış olmayacaktır.

Buradaki temel sorun, hem işçi hareketinin hem de yeni olduğu söylenen toplumsal hareketlerin değerlendirilmesinde karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri merkezsizliktir. Yani, iktidarın kurumlar ve gündelik yaşam içerisinde üretildiği tezleriyle iktidarın bir merkezden alınıp yerelleştirilmesi, böylece rasyonel olanla olmayanın, insani olanla olmayanın, bilim olanla olmayanın, özne olanla olmayanın, teori olanla olmayanın, pratik olanla olmayanın, gerçek olanla olmayan görecelilik ve tekillik adına birbirine karıştırılması sorunu. Elbette bu durum kimin, neye ve hangi nedenle bir direniş geliştireceği meselesini de bulanıklaştırmaktadır.

Ancak belki de ikinci sorun yukarıdaki sorunu aşarak günümüzde daha önemli bir hale geldi, geliyor. O da son yıllarda direniş hareketleri üzerine değerlendirmeler yapılırken kendiliğindenciliğe yapılan aşırı vurgu ve önderliğin reddedilmesinden başka bir şey değildir. En basitinden bir örnek vermek gerekirse, 2022 yılının hemen başlarında gelişen işçi eylemlerinin örgütsüz işçiler tarafından kendiliğinden başlatılmış olmasının fazlasıyla yüceltilmesidir. Yukarıda bahsettiğimiz kırk yıl boyunca gericilik üreten neoliberal sistem, direniş ve mücadeleler konusunda da önemli bir erozyona neden olmuş belli ki.

Burada bir örnek üzerinde durarak bunu anlamaya çalışalım. Örneğin 2010’da Tunus’ta başlayan ve sonra Mısır’a sıçrayan devrimci mücadeleler. Bu iki ülkede yaşanan kitle eylemleri sonucunda her iki ülkedeki despot liderler ardı ardına devrildiler. Her iki ülkede de yaşanan önemli bir devrimci süreçti ve böyle bir süreç zafere de ulaşabilirdi yenilebilirdi de. Bu türden devrimci mücadelelerde kitleler, yaşanan olumsuz koşullara ve toplumsal çelişkilerin birikmesiyle bir isyana girişir. Dolayısıyla bu türden devrimsel süreçlerin başlayışı genellikle kendiliğinden bir özellik gösterir. Ancak dünya tarihine bakıldığında bütün başarılı devrimlerin, örgütlü ve planlı bir müdahalenin ardından gerçekleştiği görülecektir. Bizce Tunus ve Mısır devrimlerinin tam bir başarıya ulaşamamasının en önemli nedenlerinden biri, devrim bir kez başladıktan sonra onu nihai hedefine ulaştıracak merkezi bir örgütün olmamasıdır. Yani, kitlelerin kendiliğinden gelişen isyanını zafere ulaştırabilecek bir parti/örgüt yok ise, o isyanın yenilgiyle sonuçlanması büyük olasılıktır. Gezi İsyanı da benzer bir sorunundan mustarip değil midir?

Burada kendiliğindenliğin önemsiz olduğunu söylemiyoruz, zira birçok toplumsal direniş ve isyan hareketleri kendiliğinden hareketler olarak başlar zaten. Kitlelerin kendiliğindenliğini asla küçümsememek gerekir. Ancak önemli olan böyle bir hareket bir kez başladıktan sonra yapılacak önderliktir.
August Nimtz, Marx ve Engels’in demokratik mücadeleye katkılarını anlattığı kitabında Paris Komünü için şu değerlendirmede bulunur: “1848 ayaklanmalarından bu yana ilk kez devrim, Avrupa’da gerçek bir olasılıktı. Fransa’nın yenilgisi, Marx ve Engels’in öngördüğü gibi, yeni bir devrimci ayaklanmanın koşullarını yaratacak olsa da, tamamlanmasındaki can alıcı unsur, liderliğin eksik olmasıydı.”1

Bugün hem dünyada hem de Türkiye’de girişilen önemli mücadelelerin zaferle sonuçlanmamasının önemli nedenlerinden biri, elbette ki başka etkenlerin yanında, parti/örgüt önderliğinin küçümsenmesi ve kendiliğinden hareketlerin fazlasıyla yüceltilmesi gibi geliyor bana. Kendiliğinden hareketleri yüceltirken önderliği küçümsemek/önemsememek gerekmez ve üstelik, bunun tam tersi de yapılmamalıdır.

1Nimtz, A. H. (2000). Marx and Engels, Their Contribution to the Democratic Breakhthrough, New York: SUNY Press, s. 210.