Edebiyat ve şiir, metrobüsün Şirinevler’den sonraki duraklarını, bir trans seks işçisinin dilinden öteki olmayı anlatabilecek mi? Edebiyat ve şiir, kendisine çizilen sınırları ihlal edebildiği ölçüde sonsuzluğa adım atmıyor mu?

Direnmenin sözcükleri

AYŞEGÜL TÖZEREN

Söyleyebilme ve eyleyebilme gücüne karşı tehdit olduğunu algılayan yazar, ya otosansür denen uru zihninde büyütecek, belleğine ihanet edecektir ya da edebiyatla hakikati ifşa etmeye uğraşacaktır. Adnan Özyalçıner, bir söyleşide, Onat Kutlar’la başlayan edebiyat serüveninden söz ederken, Beyazıt’taki Çınaraltı Kıraathanesi’nde gençlerin bir araya geldiğini ve Demokrat Parti’nin artan baskısına karşı ne yapabileceklerini konuştuklarını anlatır. Harçlıklarından topladıkları parayla, Ferit Öngören, Kemal Özer, Hilmi Yavuz, Onat Kutlar, Asım Bezirci, Edip Cansever, Konur Ertop, Demir Özlü, Erdal Öz, Doğan Hızlan, Ülkü Tamer ve birkaç arkadaş daha a dergisini kurarlar. Derginin yayın yönetmeni yoktur, yayınlanacak ürünlere ilişkin birlikte karar verirler. a dergisi, siyasi iktidara olduğu kadar, edebiyatın iktidarına karşı da bir toplanmadır. Varoluşçuluk ve sürrealizmden yararlanırlar. Sürrealizm onlar için hayallerden ve düşlerden yola çıkarak, hakikati bulmaya çalışmaktır. a dergisi, sadece evinde oturup yazarak değil, edebiyat mahfili oluşturarak da direnilebileceğini göstermiştir. Bu yolla kurmaca türlerin yanı sıra edebiyat eleştirisi de bir direniş biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Edebiyat anlayışlarının açtığı patikalardan yürüyüp, aynı yolda buluşabilen yazarlar ve şairler, ileriki yıllarda, Yeni Dergi, Halkın Dostları, Yeni a ve Sanat Emeği gibi dergilerde yine mahfil oluşturabilmişler, sansür ve otosansüre karşı direnebilmişlerdir.

Tanıklık edebiyatı

Türkiye’nin darbelerle kesintiye uğrayan demokrasi tarihinde, tanıklık edebiyatı kavramıyla anılan romanlar da bir direniş belleğini oluşturabilmişlerdir. 12 Mart 1971’de gerçekleştirilen askeri darbenin ardından eli sıcak yazarlar birbiri ardına verdikleri eserlerle edebi belleğimize katkıda bulunmuşlardır. Bu edebiyatı, Türkçe Edebiyat geleneği içinde bir kopuş olarak da imleyebiliriz. Hem Türkçe Edebiyat’ın büyük yanardağından fırlamıştır, hem de yeni bir sınır hattı yaratabilmiştir. Yetmişlerden önce siyasi değinileri olan eserler, daha çok ezen ezilen ilişkisini ağa çi çi üzerinden kuran, kırsalı konu eden metinlerken, askeri darbenin ardından farklı bir çelişki daha ortaya çıkmıştır. Hapiste, gözaltında baskı altına alınmaya çalışılan aydınlanmacı gençler ve onları baskı altına almaya çalışanlar... Füruzan’ın Kırk Yedi’liler romanı, Sevgi Soysal’ın Şafak’ı bu dönemi anlatan önemli eserler arasında sayılabilir. Füruzan da, Soysal da, dönemi aktarmanın ötesinde, burjuva aydını olan kadınların halkla, halktan devrimcilerle karşılaşmasını, yüzleşmesini de konu etmişlerdir. Yine yetmişlerde, ellileri, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden önceki toplumsal dokuyu, Bir Gün Tek Başına romanıyla Vedat Türkali aktarabilmiştir. Gözaltına alınanlar, katledilenler, tutuklananlar, ağır işkence görenler ve sürgüne gitmek zorunda kalanlarla 12 Eylül 1980 askeri darbesi, yıkıcı bir etkiye sahiptir. Ardından 12 Mart edebiyatı gücünde, dönemi aktaran eserlerin neden ortaya çıkmadığı hep tartışılır. Eleştirmenler ve yazarlar, edebiyatın sessizliğine ilişkin farklı görüşler belirtirler. Ancak, 12 Eylül ve ardından gelen tuhaf sessizlik, birkaç yıl sonra edebiyatın, özellikle de öykünün konusu olur. 12 Mart ağırlıklı olarak romanda yerini bulurken, 12 Eylül ve sonrasında yaşananlar daha çok öyküyle aktarılmıştır. Oya Baydar’ın Elveda Alyoşa isimli öykü kitabındaki sürgüne gidenlerin ruhsal durumlarını anlatışı, Özcan Karabulut’un yazmış olduğu Hüzünle Bazı Günler isimli öykü kitabı bu bağlamda ele alınabilir. “İhbarcılarımızı izliyor, itirazlarımızı saklıyoruz. İsyanımız kendimize!” sözleriyle Karabulut, 12 Eylül’ün ardından gelen korkulu bekleyişi ve bu karanlık dönemde yazarların çoğunluğunun neden sessiz kaldığını da açıklamaya çalışır, gibidir. Televizyon kültürünün hükümranlığını hissettirmesiyle, siyasi olmamak kaydıyla herkes konuşması için kışkırtılmaktadır. Belli ki bu dönemde yazanların da çığlığı, televizyondaki dizi ve eğlence programlarından yükselen seslerin arasında yok olmaktadır. Belki bundan, 12 Eylül, edebiyatın, yani yazılı kültürün ötesinde sinemayla, görsel bir anlayışla aktarılabilmiştir. Televizyon kültürünün hükümranlığına sinemayla göze göz direnilebilmiştir. 78 kuşağının edebiyatı nadiren yapılabilmişse de, şiiri yazılabilmiştir: Ahmet Telli, Emirhan Oğuz, Metin Altıok, Behçet Aysan, bu ruhu şiirlerinde yansıtabilmiş olmaları açısından önemlidir. Ayrıca, şiirin farklı kuşlaklarından olmakla birlikte, Ataol Behramoğlu, Sennur Sezer ve Gülten Akın da, emeğin, direnişin incelikli şiirini kurabilmişlerdir. Seksenlerde ayrıca farklı dil arayışlarına da giren yazarlar olmuştur. Bunların başında gelen Latife Tekin Sevgili Arsız Ölüm’de gecekondu mahallerini, fısıldaşmanın edebiyat diline tercümesiyle anlatırken, Murathan Mungan Kırk Oda’da masalları yapıbozuma uğratarak, topluma ilişkin keskin bir eleştiri kurabilmiştir.

Baskı ve otosansür

Doksanlarda yaşanan ağır insan hakları ihlalleri ve ölüm oruçları, seksenlerde olduğu gibi yine uzun süre edebiyatın konusu olmamıştır. Yazarların birçoğunda baskı ortamı otosansür duygusunu güçlendirmiştir ve toplumsal konulardan uzak durmalarına neden olmuştur. Doksanların sonu, iki binlerin başından itibaren öykü günleri, edebiyat günleri başlığı altındaki etkinliklerle yazarlar daha çok bir arada olmaya çalışmışlardır. Bunu dergilerin çevresinde oluşturulmaya çalışılan mahfillere de benzetebiliriz. Yine iki binlerde, Ahmet Büke’nin Kumrunun Gördüğü isimli öykü kitabında ölüm oruçlarının, Wernicke Korsako hastalığının öykülerine konu olduğu görülür. Bu kitaptan sonra yayımladığı Ekmek ve Zeytin kitabında yine annelerin aradığı kemikler, yurdundan edilenler ve mahpuslar konu edilmektedir. Çok yakın tarihimizde gerçekleşen ve anımsananların başında gelen Gezi ise, duvar yazıları ve pankartlarda yazılanlarla başka bir dil yaratmıştır. Bu dil ironik olup, erkin söylemini yapıbozuma uğratmaktadır. Gezi’ye ilişkin öyküler ve romanlar seksen ve doksanların aksine hareketin hemen ardından yazılmış olmasına rağmen, sokak, edebiyat ve sanata dönüştüğünden, o dili aşabilen örneklere pek rastlanamamıştır

Günümüzdeyse, Stendhal’in sokağa tutulan ayna olgusuyla konuşursak, yaşam edebiyata yeni sorular sormaktadır: Edebiyat ve şiir, metrobüsün Şirinevler’den sonraki duraklarını, bir trans seks işçisinin dilinden öteki olmayı anlatabilecek mi? Edebiyat ve şiir, kendisine çizilen sınırları ihlal edebildiği ölçüde sonsuzluğa adım atmıyor mu?