Arada bir dış dünyada iktisat tartışmalarına göz atmak ilginç olabiliyor. Bugün, 2008 sonrasında öncelik kazanan iki konu üzerinde bir gezinti yapalım.

Dış dünyada  iktisat tartışmaları

Batılı iktisatçıların geniş bir yelpazesi Troyka’nın Yunanistan politikalarına karşı birleşti. Altı ay içinde Financial Times’de Batı iktisat dünyasının (bazıları Nobel ödüllü) ünlülerince imzalanan üç açık mektup örnektir. Çağrı ortaktır: “Yunanistan’da kemer sıkmaya son verin; borç hafifletme yöntemlerini geliştirin!”

Arada bir dış dünyada iktisat tartışmalarına göz atmak ilginç olabiliyor. Bugün, 2008 sonrasında öncelik kazanan iki konu üzerinde bir gezinti yapalım.

Birincisi, kriz ortamında izlenmesi gereken maliye politikalarına ilişkindir. Borç yükünü kemer sıkarak hafifletmek seçeneği yanlış mı? Elbette güncel tartışma Yunanistan odaklıdır.

İkincisi, para politikalarıyla ilgili: Batı merkez bankalarının (neredeyse) sınırsız parasal genişlemeleri ve faizlerin sıfıra, hatta eksi oranlara indiği bir ortam sürdürülebilir mi?

Yunanistan: Sağduyu ile fanatizm karşı karşıya
“Kriz ortamında kemer sıkma” tartışmasında ilk akla gelen SYRIZA/Troyka karşıtlığıdır. Başlangıçta Yunanistan’ı (ve diğerlerini) bir laboratuvar olarak kullanan genişletici kemer sıkma modeli iflas etmiştir. Bunun saf halini hatırlayalım: Yüksek devlet borcunun özel sektörü ve bireyleri caydırıcı etkisi, kamu maliyesinde kemer sıkma sayesinde fazlasıyla giderilir; net sonuç ekonominin genişlemesi olur.

Kamu giderleri kısılarak oluşacak faiz dışı bütçe fazlası (milli gelire oran olarak) hedeflenir. “Kemer sıkma” budur. Yüksek gelir ve servetlerin etkili boyut ve oranlarda vergilenmesine ise (özel sektörü caydıracağı gerekçesiyle) ilke olarak karşı çıkılır. Modelin sınıfsal özü, kriz ortamının sermaye tarafından yönetilmesidir.

Artık anlaşıldı ki, “genişletici kemer sıkma” bir safsatadır. IMF dahi, kamu harcamalarındaki kısıntının yaratacağı net sonucun daraltıcı olacağını fark etti; bu etkiyi ölçen “çoğaltan”ı yanlış hesapladıklarını; gerçek katsayının negatif (eksi) 2’ye yakın olduğunu itiraf etti; günah çıkardı.

Kemer sıkarak, faiz dışı fazlalar yaratarak Yunanistan’ın dış borcunun hiçbir zaman ödenemeyeceği, artık bir iktisat tartışması değildir. Dört işlemle hesaplanabilecek zorunlu sonuçtur. Öyle ki, IMF Haziran’da müzakerelerden çekilirken borçlarda hafifletme gereksinimini ilk defa vurguladı.

Ama öte yandan, neo-klasik fanatizmin ikinci ayağından vazgeçmedi: Yapısal reformlar… IMF ve SYRIZA-karşıtı iktisatçılar artık bu hedefe yöneliyor. Özünde kastettikleri, doğrudan ve dolaylı emek maliyetlerinin aşağı çekilmesidir. İşgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, emekliliğin zorlaştırılması, caydırılması, rezerv emek ordusunun genişlemesi… Sınıfsal terminolojiye dönelim: Emeğin tarihsel kazanımlarının tasfiyesini hedefleyen burjuvazinin programı…

Yunanistan’a ne kazandırabilir? Ulusal para olmadığı için dövizi pahalılaştıran devalüasyon seçeneği yoktur. Bunun yerine ücretleri bastıran “içsel devalüasyon” geçecek; dış pazarlarda rekabet gücü sıçrayacak; kemer sıkmanın olumsuz etkileri ihracat artışlarıyla telafi edilecek…

Ne var ki, bu beklenti de gerçekleşmedi. Ücretlerin erimesi, işsizliğin artması iç talebi ve milli geliri iyice daralttı. Yunanistan’ın cari işlem açığı düştü; ama ihracat arttığı için değil, küçülen ekonominin ithalatı da aşağı çekmesi nedeniyle…

Ekonomi daraldıkça Yunanistan borçlarının milli gelire oranındaki tırmanma da devam etti. Bu noktadan sonra görüş ayrılıkları ekonomik olmaktan çıktı. Avro Bölgesi emperyalizmi ılımlı SYRIZA muhalefetini çökertme; bir emsal oluşturma tehdidini ortadan kaldırma mücadelesini açığa çıkardı.

Bu olgular, Batılı iktisatçıların geniş bir yelpazesini Troyka’nın Yunanistan politikalarına karşı birleştirdi. Altı ay içinde Financial Times’da Batı iktisat dünyasının (bazıları Nobel ödüllü) ünlülerince imzalanan üç açık mektup örnektir. Çağrı ortaktır: “Yunanistan’da kemer sıkmaya son verin; borç hafifletme yöntemlerini geliştirin!”

İlk mektup, “reformlar”ın gereğini de savunuyor; ama bununla emek piyasaları değil, yolsuzlukların ve vergi kayıplarının önlenmesi kastediliyor. Sonraki mektuplar ise daha ağırdır: Özellikle Almanya, sağduyu ve insanlık adına suçlanıyor. Yunan halkının demokratik iradesine saygı çağrısı yapılıyor.

* * *
Faizler sıfırlanıyor; servetler yükseliyor: Nereye Kadar?

Kamu maliyesinde kemer sıkma, para politikasında (neredeyse sınırsız) likidite genişlemesi… Kriz ortamında geliştirilen bu politika ikilisinin parasal sonuçları da tartışılıyor. Önce metropol-merkez bankalarının politika faizleri sıfırlandı. Giderek para piyasalarından borçlanma (tahvil) faizleri de hızla düşmektedir.

Yüksek enflasyon dönemlerinde reel (fiyat artışlarından arındırılmış) faizler eksi (negatif) oranlara sık sık inmişti. Bugünlerde ise bazı tahviller nominal olarak dahi negatif faiz oranlarıyla ihraç edilmekte ve alıcı bulmaktadır. Bazı endişelere rağmen dünya çapında deflasyon henüz yoktur. Bu nedenle, hem reel, hem de nominal olarak zararına (“eksi faizle”) borç vermek yaygınlaşmaktadır.

Tuhaf bir durum söz konusu: Yunanistan gibi “parya” konumuna düşmeyen borçlu devletler asla iflas etmeyecektir. “Seçkinler” (örneğin Alman, İsviçre devletleri) borçlarını sıfır maliyetle “döndürme” imkânına sahip olacaktır.

Bu durumdan endişe duyanların başında “merkez bankalarının bankası” olarak bilinen Bank for International Settlements (BIS) gelmektedir. 28 Haziran 2015 tarihli raporunda şunları yazıyor: “Aralık 2014 ile Mayıs 2015 arasında 2 trilyon dolar tutarındaki küresel devlet borçlarının getirileri negatif oranlarda seyretmekteydi. Fransa, Almanya ve İsviçre’nin beş, dokuz ve on beş yıllık tahvil getirilerinin negatif olduğu dip noktalarına ulaşıldı. Reel getiriler ise, 1970’li yüksek enflasyon yıllarından daha uzun bir süre boyunca negatif seyretmektedir. Benzersiz bir durum söz konusudur.” (s.7)

Peki, sakınca nedir? BIS finansal piyasaların işleyişi üzerindeki olumsuz etkilere değiniyor; ama iki somut tehlikeye daha işaret ediyor: “Yükümlülükleri yüksek olan sigorta şirketlerinin ve emeklilik fonlarının getirileri eriyecek; kayıplar oluşacaktır. Emekli fonlarının erimesi, kişileri daha fazla tasarruf yapmaya zorlayacak; toplam talebi zayıflatacaktır.”(s.5, 12)

Ancak, hatırlayalım ki, faizlerin düşmesi, sabit getirili kâğıttan varlıkların (tahvillerin) piyasa değerini yükseltir. Faiz geliriyle yaşamaya çalışanlar emeklilerdir; küçük rantiyelerdir. Yatırım bankalarında, dev finansal fonlarda ise, trilyonlarca dolarlık kâğıttan servet, sabit faizli tahvillerde yatmaktadır. BIS bugün bu olguya değinmiyor; ama, Haziran 2013’teki raporunda, faizlerin üç puan artmasının, Batı ekonomilerinde 1 trilyon dolara ulaşan servet kayıplarına yol açacağını tahmin etmişti. FED’in politika değişiklik sinyalleri verdiği gerilimli ortam söz konusuydu. Bugün ise zıt yönde bir hesaplama söz konusu: Uzun vadeli tahvil faizleri üç puan (“eksi” oranlara) indiğinde, büyük yatırımcıların finansal varlıklarında 1 trilyon dolarlık değer artışı gerçekleşecektir.

Bu gelişmenin bir başka boyutu da sıfır (hatta negatif) faizle borçlanılan fonların üretime değil borsalara (hisse senetlerine) akması ile ilgilidir. Bu akımların yarattığı borsa şişkinliği sonunda, ABD hisse senedi piyasasının toplam değerinin milli gelire oranı 2014 sonunda 1,75’e yükselmiştir. Dean Baker, tarihsel katsayının 1,0 olduğu belirtiyor. Piketty’nin yorumunu tekrarlarsak, bu gelişme, finans kapitalin (servet sahiplerinin), gelir akımları karşısında artan üstünlüğünün yansımasıdır.

Nereye kadar? Finansal servetlerdeki balonlaşma, reel ekonomiden artan taleplere yol açarsa, ücretler ve kârlar baskı altına girer; faizler zaten erimiştir. Karşılanamayan talepler balonu patlatır; sonuç, finansal kriz ve ekonomik bunalımdır.

BIS Raporu da bu malum tehlikeyi uyarıyor. Öteye de gidiyor. Merkez bankalarının temel doktrini olan enflasyon hedeflemesini ve parasalcı enflasyon kuramını örtülü bir üslupla eleştiriyor.