Dış politikada bile bile yalnızlaşma
Fotoğraf: DepoPhotos

Geçtiğimiz pazar İstiklal Caddesi’nde sivil halkı hedef alan, hepimizi acıya boğan bir terör saldırısı yaşandı. Gerçek terörle bir kez daha yüzleşince, ülkeyi yönetenlerin, özellikle İçişleri Bakanı’nın söyleminde terör ve terörist kavramının ne denli sıradanlaştırıldığını, bu sıfatın fikrini beğenmediği insanlara ve kurumlara yönelik her fırsatta pervasızca yakıştırılarak içinin boşaltıldığını düşünmeden edemedik.


Bir yandan, sade insanların yaşamına hiç göz kırpmadan kastedebilecek, ölmeyi ve öldürmeyi kutsayan hastalıklı yapılar var oldukça kör terörün kökünün tamamen kazınamayacağının farkındayız. Bir yandan da “aktif dış politika uygulayacağız”, “küresel bir aktör olduk” iddiasıyla Türkiye’ye yönelik husumetleri körükleyen; sınır ötesi harekâtlarla bölgemizdeki çatışmaları alevlendiren; Katar’dan Somali’ye, Suriye’den Libya’ya, Kuzey Irak’tan Azerbaycan’a değişik coğrafyalarda askeri harekâtlara girişerek ülkemizi saldırılara açık hale getiren dış politika zihniyetinin ödediğimiz insani ve mali faturaları ağırlaştırdığının bilincindeyiz.

13 Kasım eylemi, devlet içindeki çatışmalar, farklı kaynaklardan çelişkili bilgiler sızdırılması gibi nedenlerle hâlâ bir sis perdesi ardında. Ancak iç politikadaki sıkışıklığı aşmak, Cumhur İttifakı’nın giderek düşen kamuoyu desteğini artırmak için bu tip saldırıların kullanılabileceğini biliyoruz. 2015 yılı 7 Haziran-1 Kasım arası yaşananların hatırlanması elbette endişelerimizi artırıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde HDP oylarının belirleyici rol oynayacağının anlaşılması, sürekli HDP-PKK ilişkisini sorgulama, 6’lı Masa’nın ikinci güçlü yapısı İYİ Parti’yi bu eksende sıkıştırma fırsatının kaçırılmayacağını gösteriyor. Mersin saldırısını PKK/HPG’nin üstlenmesi de bu demagojiler için elverişli bir dayanak oluşturuyor.

Öte yandan AKP rejiminin dış politikasının ufuksuz, tutarsız Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın genel siyaset anlayışının uzantısı olarak ilkelere ve kalıcı ittifaklara değil de anlık pazarlıklara, kısa süreli denge hesaplarına dayalı olması da Türkiye’yi dış politikada iyice yalnızlaştırıyor. Dışişleri Bakanlığı’nın kurumsal deneyimini göz ardı etme, liyakate dayalı biçimde seçilmiş ve yetiştirilmiş kariyer diplomatlarını “monşer” tiplemesiyle kenara iterek, yandaş danışman ve politikacılarla dış politikayı yönetme gayreti de sürekli yeni hatalar yapılmasına, potlar kırılmasına yol açıyor.

Dönemlerle AKP dış politikası

AKP’nin dış politikasına yönelik yaygın kabul gören kanı, ilk dönemlerde uzlaşmacı, dengeli, başarılı bir hat tutturulduğudur. 2005’te AB tam üyelik sürecinin başlatılması, NATO’ya bağlılığın vurgulanması, Kopenhag Kriterleri temelinde insan hakları demokrasi söyleminin benimsenmesi, İsrail ile Arap dünyası arasında uzlaştırıcı rolünün üstlenilmesi, bu teze dayanak yapılıyor. Ancak aynı dönemde, Erdoğan’ın kendisini BOP Eşbaşkanı sıfatıyla tanıtması; 2003’te 1 Mart Tezkeresi reddedilmeseydi, ABD’nin Türkiye toprakları üzerinde 60 bin kişilik ordu ile Irak’a girmesine olanak tanınacak olması gibi gerçekler göz ardı ediliyor. O nedenle 2007’ye kadar olan dönemi, AKP’nin rüştünü Atlantik İttifakı’na ispat etme, bu doğrultuda her türlü fedailiği üstlenme yılları olarak nitelemek olanaklı. Devrin Dışişleri Bakanı’nın Amerikancı Abdullah Gül olduğu da unutulmamalıdır.

Dış politikada ikinci dönemin ise 2011 seçim zaferiyle başladığı söylenebilir. 12 Eylül 2010 Referandumu’ndaki payandaları, hepsi AB’ci liberaller-sol liberaller, Kürt çevreleri, TÜSİAD’la temsil edilen İstanbul burjuvazisine artık gereksinim kalmamıştır. 2011 Arap Baharı’yla birlikte, İslamcı gömlek pekâlâ tekrar giyilebilir, Ahmet Davutoğlu’nun Yeni Osmanlıcılık hayalleriyle Müslüman Kardeşler kartını oynayarak Ortadoğu’nun lideri haline gelinebilirdi. Bilindiği gibi işler yolunda gitmedi. Alevi diktatörlüğü denilen Suriye rejimi, Rusya ve İran’ın desteğinin yanında seküler Sünni, Hıristiyan, Dürzi, İslami bir yönetim istemeyen iç güçlerin dayanışmasıyla ayakta kaldı. Mısır’da yaşanan hayal kırıklığıyla Müslüman Kardeşler modelini dayatmaktan Batı da vazgeçti. Ortadoğu coğrafyasında başta Mısır ve Suudi Arabistan gelmek üzere, Katar dışında tüm Arap ülkeleriyle ilişkiler bozuldu.

Sonraki aşamada ise, bilindiği gibi 2018 seçimleri sonrası MHP desteğine gereksinim duyulunca Cumhur İttifakı kuruldu. Vatan Partisi’nin başı çektiği Avrasyacıların da yanaşmasıyla cephe genişledi. Bu döneme de Mavi Vatan deniz yetki alanlarını genişletme adımı damga vurdu. Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile imzalanan anlaşma sonucu, Türkiye Doğu Akdeniz’de sismik araştırmalara hız verdi. Buradan doğal gaz kaynaklarına ulaşmak anlamında bir yarar sağlanamadığı gibi, Yunanistan-İsrail-Mısır birbirine yanaştı. Türkiye’yi dışlayan Doğu Akdeniz Gaz Forumu kuruldu. Fransa ile de Akdeniz’de dalaşıldı.

Tahterevalli diplomasisi

Türkiye giderek Batı ittifakından koparak Rusya-Çin-İran Avrasya hattına yanaştı algısı, ABD ve Fransa’nın Yunanistan’a askeri desteğini artırdı, Washington Türkiye’ye 45 km uzaklıkta Dedeağaç’ta yeni bir askeri üs kurdu. Askeri dengeler de Atina’ya avantaj sağladı.

Erdoğan ile Trump arasındaki otokratların uyuşan kimyasına dayalı politika, Biden’ın seçilmesi, ABD’nin Ortadoğu’da etkinliğini yeniden artırma hamlesiyle iflas etti. Suudi Arabistan, Mısır, BAE, İsrail ile Amerikan yönetiminin telkiniyle buzları eritme çabası henüz istenen sonucu vermedi. Rusya’dan alınan S-400 füze sistemi, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne yanaşması gibi nedenlerle ABD ile gerginlik sürüyor.

Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını tanımaması ve Avrupa Konseyi’nin insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü uyarılarına kulak tıkaması kaynaklı olarak AB çevreleriyle de ilişkiler limoni. Brüksel ile Ankara arasındaki göçmen anlaşması, Erdoğan’ın sıkıştıkça “kapıları açarız” tehditleriyle bağların tamamen kopmasını önlüyor. Uzun yıllardır süregelen ABD ve AB’den biriyle ipler gerilince diğeriyle ilişkileri sıcak tutma taktiği da artık işlemiyor.

Suriye’de her biri; 15 Temmuz darbe girişimi, döviz krizi, yerel seçim yenilgisi gibi iç politikada yaşanan bir çalkantıya denk gelen üç sınır ötesi harekât düzenlendi. Süleyman Soylu’nun İstiklal saldırısında Münbiç’i işaret etmesi de seçim arifesinde Kürt bölgelerine yönelik yeni bir operasyon için fırsat kollandığı izlenimi veriyor. Münbiç civarında ABD askerlerinin Suriye Demokratik Güçleri ile ittifak içinde bulunması yeni bir hamlenin Atlantik İttifakı ile bağları koparmak, daha ağır yaptırımlarla yüz yüze kalmak anlamına geleceği açık.

İlk anda Türkiye’nin dış politikada şu an en yakın müttefikinin Rusya olduğu düşünülebilir. Rusya’nın Ukrayna işgali nedeniyle Çin’in bile arkasında duramadığı tecrit edilen bir ülke konumunda bulunması bir yana; Suriye’de, Libya’da, Dağlık Karabağ sorununda karşıt saflarda yer alındığı unutulmamalı. Putin-Erdoğan dostluğuna en sıcak yaklaşanların, tarihsel anlamda Moskova’ya en hasım MHP ve Vatan Partisi çevreleri olması da hayatın garip bir cilvesi olsa gerek.

Özetle Türkiye dış politikada İbrahim Kalın’ın “Değerli Yalnızlık” diye ifade ettiği depresif bir durumda. Büyük olasılıkla, bu travmayla başa çıkabilmek için “Bizi Kıskanıyorlar”, “Türkiye Yüzyılı Başladı” içi boş sloganlarla vatandaşı avutmaya çalışıyorlar. Ülkenin stratejik konumunu kullanarak, Washington-Brüksel ile Moskova-Pekin’in böyle bir ülkeyi karşı cepheye terk etmeme kaygıları sayesinde tahterevalli diplomasisiyle dış politika yönetiliyor. Aslında Türkiye’nin bu avantajlı konumu, tam tersine çatışmalardan kaçınmak, barışçıl bir yaklaşım içinde bulunmak, komşularla eşit ilişkiler kurmak temelinde bağımsızlıkçı bir dış politika için kullanılabilirdi.

Türkiye’nin maddi gücünü aşan çatışmacı dış politika anlayışı, sınır ötesi askeri varlığı, bugün enflasyonla, yoksullukla cebelleşen sade yurttaşın yaşadığı sıkıntıların en önemli nedenleri arasında. Toplumsal muhalefetin bunu halka tüm açıklığıyla anlatabilmesi, ekonomi ve dış politika açılımlarının birbiriyle bağlarını kurarak bütünlüklü bir program çerçevesinde sunabilmesi büyük önem taşıyor. Belki daha da önemlisi, terör korkusunun toplumda içe kapanmaya, toplumsal ve siyasi faaliyetlere uzak durmaya yol açmaması, bir kez daha iktidarın ekmeğine yağ sürmemesi için yoğun çaba sarf etmek gerekiyor.