İktidar partisinin dış politikası ana hatlarıyla üç döneme ayrılabilir. 2002’den 2011’e kadar devam eden ve “Batıcı” olarak adlandırabileceğimiz dönem, 2011-2016 arasındaki “yeni-Osmanlıcı” dönem ve Davutoğlu’nun başbakanlıktan azli sonrası yürürlüğe giren ve halen içerisinden geçtiğimiz “sözde Avrasyacılık” dönemi.

İlk döneme damgasını vuran olgu, Milli Görüş gömleğinin çıkarılıp Batı’yla uyumlu bir ılımlı İslam anlayışının benimsenmesine uygun olarak ABD ve AB’yle ilişkileri güçlendirmek ve küresel sistemle entegrasyonu bir “demokratikleşme” programı üzerinden derinleştirmektir. AB ile üyelik müzakereleri, ABD’nin Irak İşgali’ne ortak olma arayışları, Afganistan İşgali’nde ISAF komutanlığı üzerinden etkin bir rol oynama arzusu, Büyük Ortadoğu Projesi’ne dahil olma çabası, İsrail-Hizbullah savaşı sonrası Lübnan’a asker gönderilmesi, NATO’yla ilişkilerin güçlendirilmesi ve IMF’yle stand-by anlaşmalarına imza atılarak neo liberal iktisadi programa sadık kalınmaya devam edilmesi, sözünü ettiğim entegrasyon sürecinin birer yansımasıdır.

Bu sürecin elbette ki iç politikada bir karşılığı vardır: Batı’yla “demokratikleşme” üzerinden entegrasyon, hükümet olmaktan iktidar olmaya geçmek adına ve devlet içerisindeki rakipleri tasfiye etmenin bir aracı olarak kullanılmıştır. Özellikle askerin siyaset üzerindeki etkisinin azaltılması “demokratikleşme” sayesinde söz konusu olmuş, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının uluslararası meşruiyeti “derin devletle hesaplaşma” retoriği üzerinden tesis edilmiştir. Yani dış politika açıkça iç politikaya ilişkin iktidar stratejisinin bir parçası olarak görülmüştür.

İkinci dönemde de Batı’yla ilişkiler devam etmiştir ama bu sefer yöntem, araçlar ve yönelim başkadır. Bu sefer amaç “demokratikleşme” ya da “statükoyla mücadele” değildir. Hedef coğrafya ise artık Avrupa değil, Ortadoğu’dur, amaç Ortadoğu’da etkin bir güç olmaktır ve bu dönüşümdeki en önemli faktör “Arap Baharı”dır. Ortadoğu’daki arkaik rejimlerin toplumsal hareketler aracılığıyla yıkım sürecine ABD müdahil olmuş ve devrilen iktidarların yerini Batı’yla uyumlu ve “Şii hilali”ni dengeleyecek ılımlı İslamcı rejimlerin alabileceği düşünülmüştür. Buna en uygun aday ise tüm bir coğrafyada en örgütlü İslami güç olan İhvan, yani Müslüman Kardeşler’dir. İktidar partisine ABD’nin biçtiği rol işte bu süreçte İhvan rejimleri kuşağına “ağabeylik” etmesidir. AKP, tüm bir Ortadoğu’ya İslam’la demokrasinin (“kapitalizmin” olarak okuyun) birlikte var olabileceğini gösterecek, İhvan rejimlerine rol model olacaktır.

Libya’ya NATO müdahalesi başladığında önce “Ne işi var NATO’nun orda” denmesi ama çok kısa bir süre içerisinde operasyona dahil olunması tam da bununla ilgilidir. Asıl operasyon ise Suriye’de gerçekleşecek, yeni-Osmanlıcılık cihatçılara verdiği destekle koca bir ülkenin yıkımının baş sorumlularından biri olacaktır. Dışarıdaki bu mezhepçi politika ise içeriye İslamizasyon sürecinin derinleştirilmesi olarak yansımıştır. Siyasal ve toplumsal yaşamın “Osmanlı’nın yeniden diriltilmesi” söylemi üzerinden dinselleştirilmesi, Kemalizm’le hesaplaşma, Alevilerin hedef tahtasına oturtulması, sağ kitlelerin imparatorluk vaatleriyle mobilize edilmesi vs. bunların hepsi Suriye’ye yönelik savaşın iç politikaya taşınması ve iktidar stratejisi doğrultusunda kullanılması anlamına gelmektedir.

Halen içinden geçtiğimiz dönem ise Davutoğlu’nun azledilmesinin ardından başlamış ve özellikle 15 Temmuz’la birlikte ivme kazanmıştır. Rusya ve İran’ın Amerikancı darbe karşısında iktidarın yanında saf tutmasına nicedir Bat’yla yaşanan gerilim eklenince, iktidarın bekasını temin adına yakın zaman önce Suriye sınırında uçağını düşürdüğü Rusya’yla yakınlaşmaktan başka çaresi kalmamış, Kürdistan referandumuyla birlikte buna İran da dâhil olmuştur.

Bu dönemi “sözde Avrasyacılık” olarak adlandırmamızın nedeni ise dönem boyunca ABD’yle ve Atlantik cephesiyle ilişkilerin yeniden tesisi adına birçok hamle yapılmasıyla ilgilidir. Bu süreçte ABD’ye defalarca Rakka’ya ortak operasyon teklifi götürülmüştür, Trump İran’a saldırır beklentisiyle “İran’ın yayılmacılığını ve Pers milliyetçiliğini durdurmalıyız” denilmiştir, kimyasal saldırı bahanesiyle Suriye’ye Tomahawk füzeleri fırlatıldığında “Devamının gelmesini bekliyoruz” açıklaması yapılmıştır. Dahası Katar krizi öncesinde İran’ın en büyük düşmanı Suudi Arabistan’la “İslam ordusu” çatısında buluşulmuştur, İsrail’le Mavi Marmara krizi bitirilerek yakınlaşma süreci başlatılmıştır, Suriye’de ÖSO ve cihatçılar üzerinden kirli işlere devam edilmiştir. Ancak ABD ve Atlantik cephesiyle yeni bir denge düzleminde buluşmak mümkün olmayınca Rusya ipine daha çok sarılmak ve sonrasında İran’a yanaşmak iktidarda kalmak için bir zorunluluk halini almıştır. Yani ortada ilkesel, planlı programlı, hesaplanmış bir eksen değişikliği yoktur, emperyalizmle pazarlık adına yürütülen, ilkeden ve programdan yoksun, pragmatist bir günü kurtarma politikası vardır. ABD “gel” dese koşulacaktır, ama dememiştir.

Dolayısıyla, her üç dönemde de dış politika halkın çıkarları adına değil, iktidarın çıkarları ve ikbali adına yürütülmüş, sırasıyla iktidar olma, iktidarını güçlendirme ve iktidarını kaybetmeme adına kullanılmıştır. Son vize kriziyle birlikte gündeme gelen anti-emperyalizm tartışmalarına da buradan bakılmalıdır. Ortada emperyalizmle mücadele, bağımsızlıkçı bir dış politika arayışı, halkın çıkarları vs. yoktur, düşman ve dostlarını kendi çıkarları ve iktidar stratejileri doğrultusunda sürekli değiştirenlerin iktidar hırsı ve beka kaygısı vardır. İşte tam da bu nedenle bizler bu süreçte ne emperyalistlerden medet umacak ne de doğaları gereği anti-emperyalist olamayacak siyasal İslamcılara koltuk değnekliği yapacağız. Aynı anda hem emperyalizmi hem gericiliği karşısına alan bir siyaset mümkündür ve bizim işimiz de zaten budur.