Validebağ’da, Emek’te, Haydarpaşa Garı’nda, İstanbul’un kuzey ormanlarında ve daha nicesinde rantçıların karşısında duranlar arasındaydın. Ve Gezi davasında sanık sandalyesindeydin.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Bu da geçer... Neler neler geçmedi ki...

Sevgili Can…

Büyükannem Arnavutça şöyle dermiş:

“Zavallı yürek yaşlanmıyor.”

Belki insanlığın en büyük trajedisi…

Belki en büyük umudu…

Beden yaşlanırken içindeki ateş, aklındaki fikir, geleceğe dair dert ve inanç çok diri…

Zavallı yürek…

Zamanın daha garip oyunu; içimizdeki ateş bu kadar tazeyken geçmişin bu kadar uzak olması. Aydınlık bir sisin içinde sanki o üniversite günleri.

Nasıl tanıştık hatırlayamıyorum ama tahmin etmek zor değil; ya bir eylemde ya da toplantıda ilk kez birbirimizi görmüşüzdür. 1980 darbesinin korku çölünde, 90’ların yargısız infaz ve işkence kâbusunda tüm sesler kısılmışken birimiz bağırırdı:

“Ne istiyoruz.”

Hepimiz haykırırdık:

“Özgürlük.”

‘Koordinasyon’ ile üniversite harçlarına karşı bir direniş doğmuştu.

Farklı üniversitelerden binlerce genç caddeleri doldurmuştuk.

Çemberi kıran genç sembolü olan pankartlar boyarken kasetli teyplerin cızırtılı müziği ile dans etmiş olmamız bizi yaşlı yapıyor şimdi.

‘Parasız eğitim’, ‘Parasız sağlık’ sloganımızın haklılığını yaşıyor ülke. Öğrenciler müşteri, hastalar yolunacak kaz oldu kapitalizmin vahşiliğinde.

‘Çeteler dışarıda, öğrenciler içeride’ sloganımız ülkemizin karanlığa gömülmemesi için alarm ziliydi. Şimdi o bataklığın içindeyiz.

Şimdi sen içeride ve ben dışarıda özgür değilken o günlerimizi hatırlamaya çalışıyorum.

En eskisi anılar, bulanık ve aydınlık hafızamda; Kadıköy’de sahildeyiz. 18-19 yaşlarındaydık herhalde. Küçük bir gruptuk. Çok güldüğümüz bir sohbetti. İlk kez o zaman duyarlılığının ne kadar sahici ve doğal olduğunu fark etmiştim. Konuşmana bu kadar heyecan sığdırabilmene şaşırmıştım.

Sonra sizin okulun, Marmara Hukuk Fakültesi’nin önünde geçirdiğimiz günler… Faşistler saldırıyordu ve içeri girmeyi bir türlü başaramazken sizin için endişelenirdik. Çok sevecen ve narin görünen sevgilinin, öğrencilere bıçak çeken saldırganı tekmeyle yere serdiğini öğrenince şoke olmuştuk. Ne sen ne de o söylemişti; Türkiye tekvando şampiyonasında dereceleri olan bir sporcu olduğunu.

Yıllar sonra…

O günlerde size saldıranlar arasında bulunan Alparslan Arslan, Danıştay 2. Dairesi’ni silahla basıp hâkim Mustafa Yücel Özbilgin’i katletti, 4 Danıştay üyesini yaraladı.

Üniversite döneminde, gergin günler, gözaltılar, saldırılar… Ama neşemizi hiç kaybetmiyorduk. Senin bağımsız sosyalist duruşun, bizim örgütlenmelerimize katmak için uğraşlarımız bile keyifli, bol espriliydi.

6 Kasım 1996’yı da hiç unutmam. YÖK protestosunda binlerce gençtik. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dı. Beyazıt Meydanı’na yürümek için barikatlara yüklendiğimizde polisler coplarını tüm hınçlarıyla savurmuştu. O akşam Sultanahmet’teki adliyeden serbest bırakılmamız nedense hafızama kazınmış. En önde baban Mustafa Amca vardı, yüzlerce insan bize uygulanan şiddete tepki göstermek, dayanışmak için gelmişti.

Günler sonra…

Susurluk Skandalı’nda Mehmet Ağar’ın çetesi ortalığa saçılacak ve istifa etmek zorunda kalacaktı.

Yıllar sonra…

Halen Mehmet Ağar’ın karanlık ve kirli işleri devam ediyor.

Tam tarih aklımda değil. Cumartesi Anneleri ’ne Galatasaray Meydanı yine yasaklanmıştı. İstiklal Caddesi’nde toplananlar hemen gözaltına alınırken bir arka sokaktaydık. Sanırım sen söyledin:

“Biz gidebildiğimiz kadar yürüyelim, gören gelir.”

Ellerimizde kırmızı karanfillerle yürürken yanımıza gelen kalabalığa ve Galatasaray Meydanı’na yaklaşabilmemize şaşırmıştık. Polisler üzerimize doğru koştuğunda karanfilleri Galatasaray Meydanı’na doğru fırlatmıştık. Hatırlıyor musun? Bir çocuk yerde karanfili görüp aldığı için gözaltına alınmıştı. “Çiçeği kız arkadaşıma verecektim” diye derdini anlatmaya çalışıyordu. Çok uğraştık bıraksınlar diye ama akşama kadar bizimle gözaltında kalmıştı.

Yıl 2011… Artık sen avukatsın ben gazeteciyim.

Oda TV davasında gazeteciler kumpaslarla tutuklanmıştı. Ahmet Şık taslak halindeki ‘İmamın Ordusu’ kitabını yazdığı için hapsedilmişti. Fikret Abi, sen ve Tora’nın basın özgürlüğü için verdiğiniz hukuk mücadelesini hayranlıkla izliyordum. Tutukluluğa devam kararlarından sonra gözyaşlarımızın ne kadarı öfkeden ne kadarı kederden bilemezdik.

Yıllar sonra…

O mahkeme kürsüsündeki hâkimlerin Fetullahçı çetenin mensupları olduğu bütün delilleriyle ortaya çıktı.

İlk defa o zamanlar avukatım oldun sanırım. Ahmet’in kitabını yayımlamak için uğraşırken bizim için endişeliydin. Oysa sen de sürekli tehdit altındaydın. Buluşmalarımız için gizlilik kuralları koyduğunu hatırlar mısın? Telefonda konuşup randevulaştığımız yerlerde oturmazdık. Takip edilip edilmediğimizi kontrol ederdik, sanki bomba hazırlıyormuş gibi. Zekeriya Öz, kitap taslağını saklayanların tutuklanacağına dair mahkeme kararı çıkarmıştı. Erdoğan, kitap için ‘bomba’ benzetmesi yapmıştı. O kitabın özgürleştiği gün; belki de en güzel anılarımızdan şimdi.

Yıllar sonra…

Zekeriya Öz, elini kolunu sallayarak Türkiye’den kaçtı, Erdoğan FETÖ ile mücadele kahramanı oldu.

Ve Gezi günleri... Bu ülkenin en onurlu duruşu. Hangi birini anlatayım… Mesela; senin, Tayfun’un ve diğer arkadaşların TOMA’nın karşısında elinizde mahkeme kararıyla duruşunu hiç unutmayacağım. Gezi’deki projeyi durduran o karar için harcadığın emeği bilirim. O gün siz hukuku savunurken karşınızda suçtan örülmüş barikatlar vardı. Mahkeme kararlarını gösterirken emniyet müdür yardımcısı biber gazı ve tazyikli suyla müdahale talimatı vermişti.

Yıllar sonra…

O emniyet müdür yardımcısı 15 Temmuz Darbe Girişimi’nde tankın içinde yakalandı. İşin garibi Fetullahçı polis, savcı ve hâkimlerin soruşturmaları kıymetlendirilerek size dava açıldı.

İmkânsız gördüğümüz saçmalıkları yaşattılar bize. FETÖ kumpasıyla tutuklanan Ahmet Şık’ı bu kez FETÖ’cü diye hapsettiler. Cumhuriyet gazetesindeki arkadaşlarımızı aynı saçma suçlamalarla tutukladılar. Hatta o soruşturmayı FETÖ’den ağırlaştırılmış müebbet hapsi istenen bir savcı yürütüyordu. Yine duruşma salonlarında basın özgürlüğünü savunuyordun.

O yıllar boyunca ve yıllar sonra…

Soma’da, Aladağ’da, Çorlu’da, Hendek’te duruşma salonlarında, sokaklarda adalet için sen ve arkadaşların vardı.

Validebağ’da, Emek’te, Haydarpaşa Garı’nda, İstanbul’un kuzey ormanlarında ve daha nicesinde rantçıların karşısında duranlar arasındaydın. Ve Gezi davasında sanık sandalyesindeydin. Keşke daha çok yanında olsaydım, emeğine daha çok emeğimi katabilseydim, üzgünüm…

Yıllar sonra…

Bu talan düzeninin uşakları nerede olacak acaba?

Şimdi sana anılarımızı anlatırken hayatımıza şaşırıyorum. Bir distopyanın gerçek karakterleriyiz sanki. Hep haklı olup hep bedel ödeyenlerin sonsuz bir hikâyesi gibi gelebilir bazılarına. Ama öyle değil. Adaletsizliğin içimizi yaktığı doğrudur ama neşemizi, kahkahalarımızı, yaşama sevincimizi hiçbir zaman yok edemediler. Bu kadar manalı olduğu için güzeldi hayat.

Tüm deneyimlerimize rağmen yine de onların kötülüğüne yetişemedi aklım. 6 ay önce, kumpas bu kadar çıplak, masumiyet bu denli aleniyken sizi duruşma salonunda tutuklamayacaklarını düşündüm.

Ve şimdi sen dövüştüğün adaletsizliğin hapsindesin.

Ama biliyoruz; bu da geçer. Büyük masalarda, kalabalık sohbetlerde dost kahkahalarıyla özgürlüğü kutlarız. Haklılığımıza kimse dokunamaz.

Yüreklerimiz hiç yaşlanmaz…

Sana, Tayfun ve Hakan’a hasretle sarılıyorum.