Gezi davasında yargılanan arkadaşlarımız tutuklandıklarında nisan sonuydu, neredeyse bir yıl olacak, cezaevi bahçesi yeşildi, yaz geçti, sonbahar, sonra uzun ve acılı bir kış geçti, her mevsimi gördük, şimdi yine bahar kapıda.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Cezaevindeki dostlara

Hürrem Sönmez

Eskiden Türkçe derslerinde nasıl mektup yazacağımızı öğrenirdik, hâlâ var mıdır bilmiyorum, o çocuksu hevesle başka şehirlerde yaşayan akrabalarımıza mektuplar yazardık, biraz daha büyüdüğümüzde aşk mektupları da yazdık, yıllarca sakladık, arada dönüp okuduk belki. İnternetin, elektronik postanın ve akıllı telefonların hayatımıza girmesiyle birlikte mektup yazmak da unutuldu ve çıktı hayatımızdan, her şey çok hızlıydı, el yazısı mektup yazmak geçmişe dair romantik ve nostaljik bir eylemdi artık. Mektupların ne kadar kıymetli olduğunu tekrar hatırlamam 12 Mart’ın 12 Eylül’ün karanlığını yaşamış olanların anılarını dinleyerek oldu aslında, sonra avukat olarak cezaevlerine gittikçe, içerdeki insan için mektup almanın ne kadar önemli olduğuna kendim de tanık oldum. Cezaevi mektuplaşmaları içerideki insan için dışarısı ile kurulan bir bağ olduğu kadar toplumsal hafızanın da bir parçası aslında.


Bu vesileyle birkaç gün önce kaybettiğimiz, bir basın duayenini sevgili Niyazi Dalyancı’yı anmak istiyorum; Niyazi Abi Barış Derneği davasından yargılanıp hapis yatmış bir gazeteciydi, bu ülkede gazetecilik yapıp da yolu cezaevine düşmemiş insan azdır nihayetinde. O günlerden söz açıldığında konu mutlaka bir yerde mektuplara gelirdi, onlar en zor zamanlardan, en ağır konulardan söz ederken dahi asla neşeyi, birbirlerine takılmayı elden bırakmayan bir kuşaktı, o cezaevi mektuplarında yazışılanlar üstüne uzun sohbetler edilirdi, mektupların değerini ve neşeyi muhafaza etmenin de aslında bir direnme biçimi olduğunu ben onlardan öğrendim. Ama işin gerçeği bütün dinlediklerimizin bir gün kendi hayatlarımızda da bir karşılığı olacağını, bizim de içeriye mektuplar yazacağımız günler geleceğini pek de düşünmeden. Oysa burası böyle bir ülke her kuşak kendi payına düşeni yaşıyor ve geçmiş tecrübeleri daima hatırda tutmak gerekiyor…

Tabii avukatlar olarak cezaevleri ile ilişkimiz mektuplardan ibaret değil. Cezaevi ziyaretleri kanımca avukatlığın duygusal olarak en zor yanlarından biridir, içerdeki insan sadece müvekkiliniz değil aynı zamanda dostunuz ise daha da zorlaşır, o demir kapının ardınızdan her kapanışında, dışarıda gördüğünüz gökyüzü sanki ağır gelir, zira bildiğiniz tüm hukuk ilkelerine rağmen, masum bir insanın haksız yere cezaevinde yatmasına mâni olamamanın mahcubiyeti çöker çünkü üstünüze. Öyle zamanlarda geçmişi düşünürüm, bizden önce o kapıdan geçenleri, çünkü bu ülkede nesilden nesile aktarılan bir cezaevi bilgisi var yukarda söylediğim gibi. Bazen de kitaplar yetişir imdadımıza, malum yazanının çizeninin cezaevine yolu sık düşen bir ülkenin cezaevi edebiyatı da gelişmiş oluyor elbette, Ahmet Arif, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, 18-19 yaşlarında okuduğumuz pek çok şiir, öykü hapishaneden izler taşır cezaevi kapılarında beklerken kendini hatırlatır, ülkemizde bazı şeyler güncelliğini hiç yitirmiyor...

Bakırköy Cezaevinde, çölün ortasına kurulmuş beton yığınları gibi olan diğer kampüs cezevlerinden farklı olarak etrafta biraz yeşillik, ağaç filan gördüğümüz için Mamak Türküsü gelir aklıma mesela. Kemal Burkay’ın 1971’de Mamak Askerî Cezaevinde yazdığı şiirinden bestelenen “Sonbahardan Çizgiler” 1990’ların başında bizim öğrenci evlerimizde sıkça çalınan bir şarkıydı:

Geldiğimizde otlar yemyeşildi ve kuzeydeydi güneş
Kömür deposu boşaldı işte Mamak’a sonbahar geldi
Güneş altında tutsaklar geçen sonbahara bakıyorlar
Şirin mi şirin gecekondu evleri, Samsun asfaltında otomobiller
Ne güzeldir yollarda olmak şimdi

Gecekonduların ve o evlerdeki yoksulluğun pek de şirin olmadığı o vakit de kesindi ama biz gençtik, umutluyduk, kötü zamanlardan geçilse de güzel günlerin elbet geleceğine inanıyorduk. Zamanın bu ülkede doğrusal değil de döngüsel olduğunu, bazı şeylerin tekraren yaşandığını bilmiyorduk henüz.

Gezi davasında yargılanan arkadaşlarımız tutuklandıklarında nisan sonuydu, neredeyse bir yıl olacak, cezaevi bahçesi yeşildi, yaz geçti, sonbahar, sonra uzun ve acılı bir kış geçti, her mevsimi gördük, şimdi yine bahar kapıda. İnanmazsınız, cezaevi bahçesine bile bahar geliyor, ağaçlar çiçek açıyor, hatta iğde, ıhlamur koktuğu bile oluyor. Cezaevi bilgisayar odasındaki pencereden görünen ağacı sevinerek anlatmıştı Çiğdem.

Çiğdem, Mücella ve Mine’yi görmeye gittiğim ilk gün, görüş için bankta oturmuş beklerken, cezaevi kreşinin bahçesinde oynayan çocukların sesleri geliyordu, öğretmenleri tatlı bir sesle “hadi şimdi sen arkanı dön bakalım” diye yönlendiriyor, ben de oturduğum yerden aradaki teller nedeniyle göremediğim çocukların kutu kutu pense oynadığını düşünüyordum. Çocuk sesi, çiçek kokusu, bahar dalları, yüzünüze vuran güneş gibi hayatın küçük ama içinizi ısıtan kimi detayları, cezaevi ile aynı cümle içinde geçtiğinde garip gelse de, içerisi ile dışarısı arasında durduğunuz, her ikisiyle de bağ kurduğunuz o arafta içinizi burkan ama hayatın kendisini hatırlattığı ayrıntılar. Betonlar arasında kendiliğinden bitiveren bir minik yonca, bir salyangoz içerdeki insan için mutluluk vesilesi olabiliyor. Cezaevinde neşe mühim, muhafaza edilmesi ve itinalı kullanılması gereken bir meziyet. Ben son bir yıldır en neşeli sohbetleri cezaevinde Çiğdem ile yaptım, Mücella’yı her ziyaretimde gülüşmekten hiç vazgeçmedik, yaşadığımız zor günleri, deprem felaketini, öfkeyi ve kederi de yine o dört duvar arasında paylaştık. Elbette böyle zamanlarda içerde olmanın insana neler hissettireceğine de tanık olduk. Ama bütün bunların biteceğine dair umudu da yitirmedik. Neşe kadar itina gösterilmesi gereken bir diğer haslet de umuttur çünkü cezaevindeki insan için. Azı da kötüdür, çoğu da ama hiç umut olmadan da yaşanmıyor hayatın doğası gereği… Geçmişte olduğu gibi bugün de haklılıklarına olan inancı bir an olsun yitirmeden, yazarak, söyleyerek gerçekleri anlatmaya devam ediyor içerdekiler, umudumuzu besleyen de o hakikatten fazlası değil aslında, onları cezaevine gönderenlerin de gayet iyi bildiği hakikat. On binlerce insanını depremde yitirmiş, adaletsizliğin her türlüsünü yaşamış bir ülkenin yurttaşları olarak, bu ülkenin yeniden yaşanır bir yer olabileceğine dair umudu diri tutmaya çalışıyoruz. Gezi bu ülkeye dair bir umudu yeşerttiğimiz az sayıda hadiseden biri hâlâ müşterek hafızamızda. Yaklaşan bir seçim var şimdi ve Gezi protestoları sırasında çocuk yaşta olup, bu seçim ilk defa oy kullanacak bir nesil geliyor. Bugün yaşanan haksızlıkları, adaletsizlikleri belki bizlerden sonra da hatırında tutacak bir nesil. Eski Uruguay devlet başkanı Pepe Mujica ve arkadaşlarının on iki yıl sürmüş tecrit günlerini anlatan 12 Yıllık Gece filminde beni çok etkileyen bir sahne vardı. Tecritin olumsuz etkisi olarak, halüsinatif sesler duymaya başladığı için doktora götürülen Mujica’yı muayene eden doktor, refakat eden askeri uzaklaştırıp şöyle fısıldıyordu “Dayan lütfen, az kaldı, dışarıda bir mücadele var.”

Sevgili Çiğdem, Mücella, Mine, Can, Tayfun, Hakan,

Cezaevi duvarları ardında 6 yıldan uzun zaman geçiren Osman Bey, Selahattin Demirtaş, Gültan Hanım.

Politik nedenlerle haksızlığa uğrayanlar, özgürlüğünden yoksun bırakılanlar, tanıdığım, tanımadığım kim varsa “az kaldı” demek istiyorum hepsine, içine düştüğümüz bu karanlıktan çıkmaya, adalet içinde yaşamanın ne olduğunu hatırlamaya az kaldı…

Canımın içi Çiğdem’in filmlerine ve setlerine, her şeyi halledebilecek güçteki o bitmeyen enerjisiyle neşeli sofralarımıza döneceği günlere,
Mücella’nın depremde yiten binlerce canın ardından, kentlerin hakkını hukukunu, insan onuruna yaraşır bir hayatı anlatmaya devam edeceği günlere,
Tayfun’un Vera’ya, Hakan’ın Ege’ye ve öğrencilerine kavuşacağı, arkadaşım ve meslektaşım Can’ın ezilenlerin, yok sayılanların haklarını en gür sesiyle savunduğu duruşma salonlarına geri döneceği günlere az kaldı diyebilmek istiyorum. Bu ülkede, aynı gökyüzü altında huzur ve adalet içinde yaşayacağımız, aynı kalabalık sofralarda ekmeği bölüşeceğimiz günlere dair o umudu hep birlikte, yan yana durarak çoğaltmaya az kaldı diyebilme. Çünkü yaşadığı ülkeyle gönül bağı kuranlar olarak umuda ihtiyacımız var… Ve selam olsun hepimiz için o umudu diri tutanlara…