Bir başka Türkiye’nin sabahı, birikmiş hürriyet isteğinin sonucu olacaksa, Gezi onun güneşini damla damla doğurdu. İçeride dışarıya bakan arkadaşlarımız ise sancısını çekti.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Doğurduğumuz güneşe bakacağımız gün
Fotoğraf: Gülşin Ketenci

Barış Terkoğlu

Kökeni tektanrılı dinlerin öncesine kadar gidiyor. Bütün günahlar bir keçinin boynuna asılıyor. İte ite, sürüklene sürüklene, çıkarıldığı uçurumdan aşağıya atılıyor. Sorumlusu zavallı keçiymiş gibi… Kendisiyle yüzleşmekten kaçan ikiyüzlü insanoğlu, bir başkasına çektirdiğiyle günahlarından arınmış sayılıyor.


“Sayın Bay Erdoğan,

Aşağıda imzası olanlar, bu mektubu sizin polis güçlerinizin İstanbul’da Taksim Meydanı ve Gezi Parkı ile Türkiye’nin diğer büyük şehirlerindeki barışçı gösterileri, Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre beş kişinin ölmesi 11 kişinin ayrım göstermeksizin biber gazı kullanımı nedeniyle gözünü kaybetmesi ve 8 binden fazla kişinin yaralanmasına neden olacak biçimde, zalimce bastırmasını en güçlü şekilde kınamak amacıyla yazıyoruz.”

2013 yılının 24 Temmuz’unda, The Times gazetesine verilen tam sayfa ilan böyle başlıyordu. İmzacılar arasında kimler yoktu ki… Sean Penn’den Susan Sarandon’a, Andrew Mango’dan David Lynch’e kadar, dünyanın tanıdığı 30 isim Erdoğan’ı çok ağır bir dille eleştirmek için buluşmuştu.

Dünya ona başka bakıyor

Türkiye’de tepkilere alışıktı. Eski kuşak sanatçılar onun aleyhinde sık sık imza kampanyaları düzenliyordu. Gelgelelim, uzun süre boyunca, dünyaya demokrasi maskesiyle konuşan Erdoğan’ın yıldızlarının dökülme zamanı gelmişti. O güne kadar kendisine karşı muhalefetin statükocu, vesayetçi, darbeci olduğunu söyleyen Erdoğan, artık kimseyi inandıramıyordu. İmza metnindeki «diktatoryal yönetim», «Nuremberg Toplanması» sadece imzalayanların değil, artık dünyanın ona nasıl baktığını gösteriyordu.

Erdoğan, “fikir özgürlüğü” deyip geçebilirdi. Hatta Gezi’de yaşanan şiddetin sorumlusunun kendisi olmadığını söyleyerek bir kez daha dünyayı kandırmaya girişebilirdi. Gelgelelim öyle yapmadı. “Bu insanlar fikirlerini satmış ahlaksızlar”, “Bu insanlara sorsanız Türkiye’nin yerini haritada gösteremezler” diyerek, kendisine yapılan en hafif eleştiriye nasıl yaklaştığını gösterdi.

İlandaki mektuba bakan Erdoğan, derin bir komployla karşı karşıya olduğunu anlatmaya çalıştı. Mektup, ona göre, bir servisin sonunda ortaya çıkmıştı. Hatta İngiltere’de The Times’a ve imzalayan 30 kişiye dava açacağını söyledi.

İlanın parasını kim verdi?

Sahi ne oldu o ilan?

Medyadan Erdoğan’ın operasyonlarıyla tasfiye edilen gazeteci Tolga Tanış, o 30 imzalı mektubun peşinden koşmuştu. Potus ve Beyefendi kitabında hikâyesini, onu hazırlayan isimle konuşarak anlatmıştı.

Bildiride Türkiye’den Fazıl Say’ın da imzası vardı. Ancak organize eden, bildirideki ikinci Türk’tü: Fuad Kavur.

60’lı yıllarda Türkiye’den ayrılmış bir film yapımcısıydı. Mektuplu ilanı konuştular ve kitapta yer verdi.

Kavur’un anlattığına göre, ortaya çıkışı şöyleydi: “Benim aklıma geldi, sonra konuyu ilk konuştuğum kişi Andrew Mango oldu. Onayını ve desteğini aldıktan sonra da diğer insanları aradım.”

Atatürkçü bir sanat insanı olan Kavur, bildiriyi yaratan isimdi. Peki, parayı nasıl buldular? Acaba bu işin altında Osman Kavala mı vardı?
Kavur, paranın toplama hikâyesini şöyle anlatıyor:

“Ben en büyük bağışçılardan biriydim ama Londra’daki Atatürkçü Düşünce Derneği de üyeleri üzerinden büyük bir para ödedi. Sonuçta 12 bin 500 pound ödedik. Büyük bir servet değil.”

Fakat Kavur’un anlattığı bir başka öykü de var. O da Erdoğan’ın yarattığı korku. İmza için gittiği insanlar Erdoğan’ın şiddetinden korkuyorlardı. Bu yüzden pek çok kişiye yaptığı teklif geri çevrilmişti:

“Çok yakın bir arkadaşım var. Katılmak istemediğini söyledi bana. ‘Fuad bu saçma fikirden vazgeç. Çünkü sen intihar ediyorsun’ dedi. Bu adam hoşgörülü biri değil. Unutan biri de değil. Peşinden gelir.”

Kavur, Erdoğan’ın neyi başardığını şöyle anlatıyor:

“Erdoğan’ın yapmayı başardığı en önemli şey, artık hepimiz tek bir şeyin etrafında birleştik: Korku.”

Erdoğan'ın ödeteceği bedel

The Times’taki ilanın altından, beklendiği gibi büyük bir komplo çıkmadı. Ancak ilana verdiği tepki, Erdoğan için, kendisine yönelik eleştirileri nasıl okuduğunun özetiydi. Gezi, perde arkasındaki bu resmi, perdeyi indirerek açığa çıkardı.

Plansız, kendiliğinden harekete geçen kitleler Türkiye’de eleştirdikleri sistemi değiştiremedi. Ama karşı çıktıklarının ne olduğunu dünyaya çok iyi anlattı. O günden beri Erdoğan dünyaya bir daha demokrasi ve özgürlük masalı satamaz oldu. Artık günahları çok uzaktan seçiliyordu.

Kavur’a, “Unutan biri değil, peşinden gelir” diyen arkadaşı haksız değil. Erdoğan da Gezi’nin hep peşinden gitti. Aradan geçen 10 yılda hemen her meydanda adını andı. Sokağa çıkıp özgürlük istemek suçmuş gibi, darbelerle Gezi’yi yan yana getirdi.

Vitrinini Gezi’nin kırdığının farkındaydı. Bir bedel ödetmeden rahatlamayacaktı. Ne olmayan para ne çekilmemiş belgesel… Gezi davası bedel için kurgulandı. Erdoğan’ın, günahlarını boynuna asıp uçurumdan atacağı keçiler yaratıldı. Taksim Meydanı’nda özgürlük arayanlara Taksim Meydanı’nda sallandırma gösterilecekti. Böylece bütün topluma «bir daha asla» mesajı verilecekti.

Gezi'nin 10. yılındaki seçim

Hapisteki insana çoğunlukla “Nerede yanlış yaptın?” diye sorarlar. Oysa siyasi davalar farklıdır. Cezaevine girmenizin nedeni yaptığınız yanlışlar değil, çoğu zaman doğrulardır. O doğrular, milyonlarca insana ibret için, sizi özel seçilmiş sanık haline getirir. Öte yandan sizi içeri sokan siyaset olduğu gibi, çıkaran da siyasettir.

Osman Kavala, Can Atalay, Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Mine Özerden… Bugün, suç olmadan hapiste yatan arkadaşlarımıza, zorbalığın işlediği günahların bedelini ödetiyorlar.

İlginç bir tesadüftür ki Cumhuriyet’in 100’üncü yılının kaderini belirleyecek seçimin ikinci turu, muhtemelen Gezi’nin başladığı günün 10’uncu yılına denk düşecek. Kuşkusuz Gezi, bütün topluma, demokrasilerde sözünü söylemenin tek yolunun seçim olmadığını gösterdi. Ancak unutulmasın… Bir başka Türkiye’nin sabahı, birikmiş hürriyet isteğinin sonucu olacaksa, Gezi onun güneşini damla damla doğurdu. İçeriden dışarıya bakan arkadaşlarımız ise sancısını çekti.

Bir gün aramızdaki duvarlar ortadan kalkacak, tarihin yüksek tepesinden, doğurduğumuz güneşe omuzlarımız birbirine dokunarak bakacağız.