Dışarıdan içeriye mektuplar: Gezi Davası iyi ile kötünün savaşıdır
‘Gezi Davası’ toplumsal mücadeleler tarihi açısından ‘iyiyle kötü’nün tam olarak saflaştığı turnusoldur.

Zeynel Emre - CHP İstanbul Milletvekili, TBMM Anayasa Komisyon Üyesi
İnsanın söz veya yazı yoluyla en fazla anlattığı, anlatmaya çalıştığı konuların başında toplumsal mücadele tarihi gelir. Nedeni onurlu, özgür bir yaşam aracılığıyla birlikteliği örmek, örgütlemektir. Bu mücadelenin özünü; bazen yok edilmeye çalışılan özgürlüklerin geri kazanılması çabası, bazen yoksulluğun kader olmadığı bilinciyle verilen emek hakkı, bazen inanç ve etnik köken farklılıkları üzerinden var edilmeye çalışılan eşitsizliklere karşı çıkmak oluşturmuştur.
O yüzdendir ki binlerce yıldır ortaya konan her hak mücadelesi, günümüzde verilenlerle aynı duygu ve düşünce dünyasından beslenir. Nasıl ki geçmişte; eşit, özgür, adil bir dünya özlemiyle yaşayan ve bunun için mücadele eden milyonlar olduysa bu gün de vardır, hep de olmaya devam edecektir. Çünkü bu, neredeyse tüm halk kültürlerinde anlatılan ‘iyinin kötüye karşı savaşı’nın hikâyesidir; yüzyıllardır süren insanca yaşama, insanın insana kulluğunu sonlandırma mücadelesidir.
Siz değerli aydın ve düşünürlerimizin hukuksuzca esaret altında tutulması da işte bu insanca yaşama mücadelesinin önemli kilometre taşlarından biridir. Türkiye’nin bu günlerine hâkim baskıcı, hukuk dışı, milyonları yoksulluğa mahkum eden totaliter yönetim anlayışına karşı yakın tarihimizdeki toplumsal ölçekte ilk sivil duruşun simgesi olan, 2013 yılının Mayıs ayında, İstanbul Taksim’de başlayıp kısa zaman içinde haftalarca sürecek şekilde 81 ile yayılan ve milyonların katılım ve desteğini alan Gezi Parkı Protestoları, hem meydanlara çıkılan günler hem de sonrasında sizlerin şahsında yaşatılan süreç bağlamında günümüzü ve günümüzün geçmişle bağlantısını anlamak açısından dönüm noktası oluşturmaktadır. Mevcut iktidarın, daha doğrusu ‘tek adam’dan mütevellit siyasi erkin fiilen yok saydığı Anayasa’nın ‘Düşünce ve kanaat hürriyeti’ (madde 25), ‘Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’ (madde 26), ‘Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı’ (madde 34) kapsamında, barışçıl amaçlar çerçevesinde meydanlara çıkan milyonlara karşı güvenlik güçlerinin, müdahale sınırlarının çok çok ötesine geçerek uyguladığı şiddet sonucu çocuk ve genç yaşta yedi insanımız hayata veda etmiştir.
Sadece Türkiye vatandaşı olunmasından kaynaklı, başka hiçbir niteliğe gereksinim duymaksızın anayasal haklarını kullananlara yönelik can kayıplarının yanı sıra göz kaybı dahil binlerce insanın da yaralanmasına sebep olan polis şiddetinin sorumluluğu, hatırlanacağı üzere dönemin başbakanı, şimdinin cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “Polise talimatı veren benim” diye sahiplenilmiştir. İnsan için hafızanın, varlık dünyasını algılama ve o dünyaya dâhil olma açısından önemine dikkat çekerek bu anımsatmanın altını kalın çizgilerle çizmek istiyorum; bundan 11 yıl önce bu ülkede başbakanlık sorumluluğunu yüklenmiş bir şahıs, çocuk ve genç yaşta insanların ölümü ile binlerce insanın yaralanmasına sebebiyet veren şiddet olaylarını bizzat üstlenmiş ve anayasal haklar çerçevesinde silahsız barışçıl eylem yapan ülke vatandaşlarının öldürülmesi ve yaralanması suçuna ortak olmuştur. Dünya tarihinde hiçbir siyasi bu açıklıkta kendi vatandaşlarına yönelik ölüm ve yaralama olaylarını meşrulaştırmamışken, Recep Tayyip Erdoğan’ın bu tutumu, hukuk dışılığın ve anayasal kuralların yok edildiği bu günlere yönelik kolektif suç ve suç zincirinin ilk halkasını oluşturdu.
Gezi Parkı Protestoları sonrası, ölüm ve yaralanmalara sebebiyet veren güvenlik güçlerine yönelik şikâyetlerin neredeyse tamamı ya takipsizlikle sonuçlandı ya da yatarı birkaç yıl olan cezalarla dosyalar kapatıldı. Suç zincirinin ikinci halkası da bağlanmış ve yasa dışına çıkarak halkına şiddet uygulayanlar, yargı da alet edilerek korunmuştu. Suçun ve suçlunun üstüne gerilen siyasi örtüye yargı örtüsü de eklenerek, suçun mağdurları suçlu gösterilmek suretiyle gerçeklerin toplumsal hafızadan silinmesi amaçlanmıştı. Sizlere yönelik yürütülen yargısal süreç de bu zincirin son halkasını oluşturdu. Siyasi ve bürokratik yapılanmasıyla iktidarın sebebiyet verdiği ve üstlendiği suç ve suçlamaların, ülke ve millet menfaatine gösterilmesi için - 1990’larda işlenen faili meçhul cinayetlerde olduğu gibi - bir ‘kötü’nün yaratılması gerekiyordu. Bununla iki amaç hasıl olacaktı; ilki asıl suçluların perdelenmesi, diğeri de masumların mahkumiyeti aracılığıyla toplumsal baskının artırılması. Hukuk fakültelerinde ‘adaletin nasıl katledildiği’, ‘yargının nasıl siyasallaştırıldığı’ başlıkları altında mutlaka okutulması gereken sizlerin yargılanma süreci, aslında bir iktidarın kendisiyle birlikte tüm devlet mekanizmasını nasıl hukuk dışına taşıdığını tüm açıklığıyla göstermekte. Çetelerle devlet organlarının iç içeliği, millet iradesini yok sayan kayyum atamaları, çocuk ve kadın cinayetleri, toplumsal hayatın her alanında gittikçe artan şiddet vs... Bu açıdan ‘Gezi Davası’ toplumsal mücadeleler tarihi açısından ‘iyiyle kötü’nün tam olarak saflaştığı turnusoldur. Son söz olarak, geçen yüzyılda psikiyatri alanında önemli çalışmalara ve eserlere imza atan Elisabeth Kübler-Ross’un “İnsanlar renkli cam pencereler gibidir. Güneş çıktığında ışık saçar ve parlarlar ama karanlık çöktüğünde, güzellikleri ancak içten gelen bir ışık varsa açığa çıkar.” değerlendirmesi çerçevesinde toplumsal mücadele tarihimiz açısından karanlık zamanlarda sergilediğiniz dirençle yaydığınız güzellik için size şükranlarımı iletiyorum.