Tahmin ediyorum. Her biriniz depremi öğrendiğinizde “ben demiştim”, “o kadar uyardık” “göz göre göre oldu bu cinayet” demişsinizdir. Her biriniz bilgi birikimini insanlar için harcayan, bilime inanan, kalbi insan için atan güzel insanlarsınız.

Dışarıdan içeriye mektuplar: “Kötülüğün üstüne şeker serpeceğiz”

Mustafa HOŞ

Merhaba,

Sanırım V For Vendetta filminden bir replikti.

“Ama sabret. Bu müzik adalet için çalacak ve ben bu konçertoyu bizden alındığı günlere ithaf ediyorum ve adalet gözettiğini sanan sahtekârlara tabii ki.”

İnanıyorum ki en geç Temmuz’da o konçerto çalacak ve birlikte dinleyeceğiz.

Bir tuhaf ruh hali içinde mektubu yazıyorum. Giriş cümlemden de anlaşılacağı üzere inancım da, umudum da coşmuş durumda. Yani umudumun fazla yükseldiği bir dönem. Bir arkadaşım bu coşkun halim için “ölüm güzelliği olmasın” dedi. Birçok insan da hem temkinli hem de karamsar. Öyle ya da böyle bir sona doğru gidiyoruz. Kötü senaryo ne zaten biliyoruz. 21 yıllık dipdiri bir bellek var. Büyük kötülük hepimizi yutacak.

Belki bu kadim topraklar artık kötülüğe doydu diye düşünüyorum. Geçen sosyal medyada sordum “AKP döneminde korkunç kötülük diyebileceğiniz olay/kişi yazar mısınız?” diye. Yanıt “Ansiklopedi mi yapacaksın?” oldu. Gerçekten bir kitaba sığmayacak kadar büyük kötülükler ülkesi burası. O kötülüklerden birisi de “Gezi Davası”dır. Hak, hukuk, evrensel bütün insani değerler ayaklar altına alınarak intikam alınmıştır. Bu benim için böyledir ve siz dışarı çıkana kadar da değişmeyecektir. Büyük kötülükle karşılaştığımda hep yaptığım bir hata var. “İnsanlık dışı” diyerek o korkunçluğu anlatmaya çalışmak. Oysa William Blake’in yazdığı gibi: “Zalimlik bir insanın kalbine sahiptir.”

Dışarıdan içeriye bu mektubu bir mahcubiyet pulu ile gönderiyorum. Haksız hukuksuz bir şekilde ödetilen bedele karşı ne yapabildim diye. Daha önce yazan birçok kişi de benzer duyguları yazmış.

Sevgili Can,

Hatırlıyorsundur. Aladağ’da çocukların diri diri yandığı yerde 35 kilo etin peşine düşenler için demiştin ya “Ben Can Atalay olarak var olduğum sürece o eti sizin burnunuzdan getireceğim” diye. Çok inanıyorum buna. Gelecek o et burunlarından.

Belki hatırlamayanlar olabilir. Tekrar hatırlatayım; Adana’nın Aladağ ilçesine bağlı Süleymancılar tarikatına ait Özel Aladağ Tahsil Çağındaki Talebelere Yardım Derneği Ortaöğretim Kız Öğrenci Yurdu’nda yangın çıktı. Çıkan yangında 11’i öğrenci 12 kişi yaşamını yitirdi. Yangının elektrik panosundan çıktığı anlaşıldı.

Yurtta kalan eğitmen Fatma Canatan, yurt müdürü Cumali Genç’in kızı Sare Betül Genç, 8. sınıf öğrencileri Sema Nur Aydoğdu, Zeliha Avcı, Sevim Köylü; 7. sınıf öğrencileri Gamze Bagir, Sümeyye Yetim, İlknur Maden; 6. sınıf öğrencisi Nurgül Pertlek, 5. sınıf öğrencileri Bahtınur Baş, Tuğba Aydoğdu ile Cennet Karataş hayatını kaybetti.

Bilirkişiler tarafından hazırlanan olay yeri inceleme tutanağında, “yangına eskimiş olan elektrik şalterinin yol açtığı, tartışmalara neden olan yangın merdiveni kapısının kilitli değil ama kapı kolunun olmadığı, ayrıca yönetmelik dışına çıkılıp ısıya dayanıklı olmayan PVC kapı takıldığı, binanın bayındırlık şartnamelerine uygun olmadığı, acil çıkış kapıları bulunmadığı, camların demirler kesilerek açılabildiği” yer aldı.

Bir de İlçe Milli Eğitim Müdürü Mehmet Aktaş, ailelere baskı yaparak çocukları Süleymancı yurduna verilmesini sağlamıştı.

Aladağ’da da bir kaza yoktu. Açıkça cinayet vardı, katliam vardı. Ama öyle vicdansızlık vardı ki alçaklığın evrensel tarihine kocaman bir çentik atılıyordu.

Faciadan iki gün sonra Süleymancıların avukatı Aladağ Cumhuriyet Başsavcılığı’na bir dilekçe ile başvurdu. Dilekçede diri diri çocukların yandığı yurdun buzdolabında bulunan 35 kilo etin kendilerine teslim edilmesini istiyordu. Savcılık da 35 kilo eti Süleymancılar’a teslim etti.

Etleri emniyet görevlileriyle birlikte teslim alan avukatın imzasının bulunduğu 1 Aralık tarihli tutanakta şu ifadelere yer verilmişti: “01.12.2016 tarihinde saat 15.30 civarında Aladağ Polis Merkezi’ne bağlı 86500 kod nolu ile Aladağ Cumhuriyet Başsavcılığı 2016/447 nosuna göre Aladağ Kız yurduna gidilmiş, bahse konu olan yurt içerisinde derin dondurucu 2 adet buzdolabı ve yurdun arka dış duvarına yaslanmış buzdolabı içerisinde bulunan bozulacağı düşünülen tahmini, çözülmüş olarak (30-35) yaklaşık otuz beş kilo ağırlığındaki etler bahse konu şüpheli Mahmut Deniz müdafisi Adem Metik isimli şahsa teslim edilmiş, ayrıca derin dondurucu tabir edilen 2 adet buzdolabı içerisinde donmuş etler ise donmuş olmasından dolayı alev almamış ve dolap içerisinde kalmıştır. İş bu tutanak tarafımızdan mahalinde imza altına alınmıştır.”

11’i çocuk 12 kişinin yandığı yerde onlar 35 kilo etin derdine düşmüştü. O etin peşine düşen avukat, hâkim yapıldı. Can Atalay ise hapse atıldı. İşte Can Atalay, o korkunç vicdansızlığa karşı adalet savaşı veriyordu. Tıpkı Çorlu’da, Soma’da, Hendek’te, Gezi de olduğu gibi.

Yani bu kavga Aladağ’da çocukların yanmış cesetleri ortada dururken 35 kilo etin peşine düşenlerle, o çocukların haklarını koruyanların kavgasıdır. Hayat bazen taraf olmaya zorlar. Ya 35 kilo etin peşine düşenlerin yanındasınızdır ya da çocukların haklarını koruyan adalet savunucularının. Bu kadar basit aslında.

Ben Can Atalay’ı Aladağ’da, Soma’da, Hendek’te, Çorlu’da tanıdım. O yüzden tutuklandığı gün “Can Atalay’a verilen ceza, aynı zamanda Çorlu’da trende öldürülenlere, Aladağ’da yakılan çocuklara, Soma’da ölüme gönderilen madencilere, Hendek’te havai fişeklere kurban edilen işçilere de verildi”, diye yazdım.

Sevgili Can ile Çorlu Tren Katliamı Davası’nda daha çok vakit geçirdik. Orada daha yakından tanıdım. Onca zamandır söylemediklerimi buradan yazayım. Çünkü Can’ı övmeye kalksanız yüzü değişir, hafif kızarır sonra konuyu öyle bir değiştirir ki penaltı anında kalecinin yaşadığı yalnızlığı yaşarsınız. Her Çorlu duruşması öncesinde ailelerin gözü kalabalığı tarar, gözleri Can’ı arar. Görünce çektikleri onca acıya rağmen gülümserler. Çünkü kendilerini güvende hissederlerdi. Sonra mahkeme başlar. Can her şeyi dinler, not alır. Diğer avukatlar konuşur. Sıra Can’a geldiğince mahkemenin havası da değişir. Sadece iyi bir savunma yapmaz. O bir hukuk sanatçısıdır. Yasaların o karmaşık maddelerini alır bir hak gösterisine dönüştürür. En yanlı mahkemelerde bile sözünü dinletir. Bazen de adaletsizliği masaya vura vura kolunu kırma pahasına gösterirdi.

Mektubu yazdığım. 24 Mart, Can’ın doğum günü. Dostları, arkadaşları, yoldaşları olarak buluşup ona bir fotoğraf gönderdik. O fotoğrafta dediğimiz gibi “Sen bizim CAN’ımızsın.” İyi ki varsın Can.

Gazeteci kardeşim Timur Soykan’ın dediği gibi Can Atalay, “avukatlık cübbesini bir süper kahramanın pelerini gibi giydi.”

Çok yıkıcı bir deprem yaşadık. Depremler sadece binaları yıkmaz çok şeyi de yıkar. Kendini enkaz altında bırakanı da. Deprem ile ilgili sohbet ediyorduk. Konu Gezi Davası’na geldi. Deprem bölgesinden gelen tanıdığım dedi ki;

- Can dışarıda olsaydı enkaz altında bırakılanların davasına koşardı.

- Mücella dışarıda olsaydı deprem bölgesinde olurdu.

- Tayfun dışarıda olsaydı, yeniden güvenli şehirleri planlardı.

- Çiğdem dışarıda olsaydı enkaz altında kendi selasını dinleyerek ölenlerin filmini çekerdi.

Tahmin ediyorum. Her biriniz depremi öğrendiğinizde “ben demiştim”, “o kadar uyardık”, “göz göre göre oldu bu cinayet” demişsinizdir. Her biriniz bilgi birikimini insanlar için harcayan, bilime inanan, kalbi insan için atan güzel insanlarsınız.

Mektup çokça Can oldu. Hoş görün. Hem avukatım, hem kardeşim, hem de Aladağ, Çorlu, Hendek, Soma’daki adalet kavgasına bizzat şahidim. Ve siz sevgili Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Osman Kavala, Çiğdem Mater, Mine Özerden selam olsun size. Önümüzde seçim var.
Mektubun başında dediğim gibi müzik adalet için çalmaya başladı. Yine V For Vendetta’dan bir replik ile mektubu bitireyim

“Kötülüğün üstüne şeker serpeceğiz.”