Şubat’ta tıpkı 17 Ağustos gibi acısı asla kalbimizden silinmeyecek bir güne uyandık. Marmara Depremi’nin üzerinden 23 yıl geçmişti oysaki… 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinin ardından, böyle olmaması, akılların başa alınması gerekmez miydi?

Dışarıdan içeriye mektuplar: Lütfen aynaya bakınız!
Fotoğraf: BirGün

Akif Burak Atlar - Şehir Plancısı

Tutuklu görüşü için Silivri’ye gittiğinizde, üç kez üst aramasından, iki kez de retina taramasından geçiyorsunuz. Üst araması bildiğiniz gibi. Üzerinizde herhangi bir “şey” olmaması, kıyafetinizde metal detektörünün ilgisini çekecek türde fermuar, toka, düğme gibi ötücü unsurların bulunmaması gerekiyor. Retina taraması içinse optik okuyucuya gözlerinizi yaklaştırmalısınız. Dikdörtgen şeklinde aynalı ve ince bir şeride benzeyen optik okuyucuyla göz göze gelmeden önce dijital bir kadın sesinin size o nazik komut cümlesini söylemesi gerekiyor: “Lütfen aynaya bakınız!”


Sevgili Mücella abla, işte yine böyle bir görüş gününün ardından yazıyorum bu mektubu… Bugün 10 Şubat, açık görüş günüydü. Bir başka kucaklaştık bu sabah Can ve Tayfun’la. Birbirimize sarılırken aynı acıyı, aynı büyük öfkeyi paylaştık sessizce. Göz göze geldiğimizde bakışlarımızla konuştuk neden ve nasıl bu halde olduğumuzu… Kentlerimizde bu korkunç acı yeniden yaşanmasın diye, güzel ülkemizin insanları depreme dayanıklı, sağlıklı ve planlı kentlerde yaşasın diye meslek odalarımızın çatısı altında verdiğimiz uğraşları, emekleri konuştu gözlerimiz…

6 Şubat’ta tıpkı 17 Ağustos gibi acısı asla kalbimizden silinmeyecek bir güne uyandık. Marmara Depremi’nin üzerinden 23 yıl geçmişti oysaki… 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinin ardından, böyle olmaması, akılların başa alınması gerekmez miydi? Üstelik Van Depremi de uyarmamış mıydı? O bir türlü hazırlanılmak istenmeyen büyük felaketin kapıda olduğunu tüm gaddarlığıyla hatırlatmamış mıydı?

Sevgili Mücella abla, biliyorum, bu büyük yıkım yaşanmasın diye yıllarca mücadele vermiş meslek insanları olarak hayatınızın belki de en acı günlerini yaşıyorsunuz; sen, Tayfun, Can… Biliyorum ki bu acı, bu öfke, hem de sizler dört duvar arasındayken, eliniz kolunuz bağlıyken içinizi ayrı yakıyor. Sevgili Çiğdem Mater, Mine Özerden, Hakan Altınay, Osman Kavala… İçinizi kemiren o duyguyu biliyorum, inanın. Ülke acı ve dehşet içindeyken, toplumcu bir bilinçle hayatınızı adadığınız kurumlar dayanışma içinde seferber olmuşken, aklınız deprem bölgesinde ve siz tutsakken… Gezi Davası’nın haksız yere tutsak edilen insanları, bugünlerde özgür olsaydınız biliyoruz ki enkazdan canları kurtarmak için, depremin açtığı derin yaraları sarmak için, sonrasında sağlıklı yaşam alanları oluşsun diye koşturacak; sorumlular yargı önünde hesap versin diye uğraşacaktınız. Biliyorum, çünkü hayatınızı bu işlere adadınız. Biliyorum, çünkü tam da bu yüzden içerdesiniz.

“Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılamaz, çünkü orası deprem anında bölgenin ihtiyaç duyacağı bir toplanma alanı” diyenlere gözdağı vermek için tutukladılar sizi; çünkü betonu hep daha çok sevdiler Mücella abla, öyle değil mi? Sadece Gezi Parkı da değil ki… TMMOB çatısı altındaki iki meslek odasının bilimden ve hukuktan yana emekçileri olarak üzerinde kent suçları yükselen Ali Sami Yen’i de, Zincirlikuyu’daki karayolu arazisini de, İstanbul’un geride kalan yapılaşmamış her metrekaresini de savunurken, deprem gerçeğine işaret etmedik mi Tayfun? 6306 sayılı Afet Yasası’nı kentsel dönüşümü piyasanın denetimsiz dinamiklerine terk ettiği için eleştirmedik mi hep beraber? Validebağ’ı, Albatros Parkı’nı savunurken, bu arazilerin toplanma alanı olarak öneminin altını çizmedik mi Can? Peki neden böyle oldu? Bu felaket nasıl başımıza geldi?

Merak etmeyiniz. Bizler, her zaman yaptığımız gibi yaşadığımız bu yıkımı neden sonuç ilişkileriyle düşünmeye başladık, çok yakında somut delil ve bilimsel izahla gerçekleri açıklarız. Peki ya siz? Meslek hayatlarının en verimli yıllarını sağlıklı ve dayanıklı kentsel mekânlara ülke olarak kavuşalım diye adamış arkadaşlarımızı uyduruk gerekçelerle, hukuksuz mesnetsiz iddialarla sipariş cezalara çarptıran hâkimler! İmar Barışı adı altında kaçak ve denetimsiz yapıları depreme karşı dayanıklı mı diye bakmadan parası karşılığında yasal hale getirerek insanlarımızı o denetimsiz yapılara mahkûm eden seçilmiş ve atanmış popülist yöneticiler! Kamu kurumlarının ve meslek odalarının elinden her türlü denetim yetkisini alan ya da sınırlandıran yasa ve yönetmelikleri piyasacılarla el ele hazırlayan idareciler! Kamu yararını, şehircilik ilke ve esaslarını göz ardı edip imar davalarında kişisel çıkarları için beton sevdalılarının gözüne hoş görünmeye çalışıp kurulu düzene hizmet eden bilirkişiler! Birikimi ve deneyimi bütün bu olan bitenin yanlış olduğunu görmeye yettiği halde bu bozuk düzene sesini çıkarmayan meslek insanları! Meslek odalarının, bağımsız sivil toplum kuruluşlarının bu ölümcül rant düzeni karşısında bin bir emekle var ettiği kenti, doğayı ve insanı savunan mesleki rapor, araştırma ve çalışmalarına gözlerini kapayan sözde basın ve medya mensupları! Tüm bu olan biten işlerine geldiği için bir kenarda ses etmeden ellerini ovuşturup servetine servet katan emlak ve inşaat çeteleri! Yıllardır kentlerimizi daha sağlıklı, daha güvenli ve daha yaşanabilir hale getirmek için yeterli zamanı, kaynağı, yetkisi ve desteği olduğu halde tüm olanaklarını ve enerjisini kendi öncelikleri için ve kendilerine haklı gerekçelerle itiraz eden kişi, kurum ve kuruluşların sesini kısmak üzere kullanarak demokrasiyi ve hukuku yerle bir eden siyasi iktidar! Siz ne yapacaksınız?

Cevabınızı düşünmeye başlamadan önce lütfen aynaya bakınız! Son kez bakınız! Çünkü biz, Gezi Parkı’ndaki dayanışmacı anlayışı sahiplenen bu ülkenin yurttaşları ve demokrasi talebiyle ülkemizin geleceğine sahip çıkan kurumları olarak kendinizi çok büyük gördüğünüz o dev aynasını kıracağız!