Hepimiz aynı kâbusun içindeyiz. Hepimizin soğukkanlı olmaya, doğru düşünmeye, önümüzdeki fırtınalı aylarda paniğe kapılmamaya, öfkemizi gerçekten hak etmeyen kimseye harcamamaya ve muhabbete ihtiyacı var.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Muhabbetle...
Fotoğraf: DepoPhotos

Harun TEKİN

Sevgili Mücella abla,

Sizi aldıklarını duyduğumda hemen sana mektup yazmaya başladım. Ama bu hafta yeniden yazmaya karar verdim. Çünkü o günlere göre daha farklı, daha zorlayıcı bir durumdayız. Dolayısıyla size ses vermek bir yana, sizinle dertleşerek esas bizim kafamızı toplamamız gerek galiba.

Şu anki duygularım o günlerden çok farklı. Bence hepimizin duyguları o zamandan epey farklı. Daha yorgun ya da daha kızgın hissettiğini söyleyen çok. Duygu durumlarımızdan bahsetmemin sebebi şu: Önümüzdeki yüzyıla bedel birkaç ayda kendimizin ve çevremizdekilerin nasıl hissettiğine çok dikkat etmemiz şart. Zihinsel sağlığımız, ruh halimiz; sağlıklı düşünmek, doğru kararlar almak ve iyi iletişim kurmak için en önemli temel. Ve bu temel sürekli saldırı altında. Üstelik bu saldırı sadece dışarıdan gelmiyor; bizim kendimize ettiklerimiz de bizi epey hırpalıyor bazen.

Sevgili Hakan,

İçinde bulunduğumuz durumun artık bir seçimle ya da yönetim değişikliği ile düzelmeyecek boyutları var. Birkaç yıl önce bu cümle benim için ortadaki enkazın boyutlarını ifade ederdi. Şimdi maalesef, ülkemizin halinden memnun olmayanların kendi halini de kastediyorum. En hakiki biçimde 2013 yazında bir araya gelen türlü fikir, yaklaşım, dil, çaba bambaşka bir gelecek hayalini ifade ediyordu, kabul. Ama herhalde kendi aramızdaki ilişkilere, kendi eylem ve söylemlerimize, kendi akıl yürütme biçimlerimize dair de başka bir gelecek beklenirdi. İçinden geçtiğimiz dönemin nasıl kaba rüzgârlar getirdiğinin; akademinin, medyanın, yargının ne halde olduğunun; hayatın ne zamandır doğal akışının çok dışında seyrettiğinin tabii ki farkında olarak, ama iflah olmaz bir çabayla, “Biz neleri daha iyi yapabiliriz?” diye sormak, bunun üzerine düşünmek ve dertleşmek size borcumuz diye düşünüyorum.

Sevgili Çiğdem,

Gezi’nin başardığı şey neydi ve bunu nasıl başardı? Bu soruya verilecek cevapların kimi politikayı, kimi gündelik hayatı önceleyebilir ve hepsinde doğruluk payı olur ama Gezi esas olarak soluduğumuz “havayı” değiştirmişti. Şahit olan, içinde bulunan insanların teslim edeceği üzere, etraftaki tüm kaygı verici faktörlere rağmen o günlerin hissi iyi bir histi. Çok farklı kitlelerin bir arada olmasına rağmen ve aynı zamanda bu sayede, o haziran, onu bir tehdit olarak algılamayan herkes için öncelikle bir iç ferahlığı demekti. Sonra bu hissin yanından bile geçmeyeceğimiz zor yıllar başladığında, orada eski düşmanlıkların bile unutulduğunu unuttuk. Orada kurulan ortak aklın nasıl kapsayıcı olduğunu unuttuk. Gezi’nin politik manası aşikârdır ama onun insanlar arası ilişkiler açısından ne ifade ettiğini bazen biz de unuttuk. Çoktan geride kalmış olması gereken, orada tarih tarafından geride bırakılan bazı çatışma alanlarını, bazı yaklaşım biçimlerini, bazı hoyratlıkları, kabul edelim ki sadece dış faktörlerle açıklanamayacak kadar istekli bir şekilde hafızamıza ve hayatımıza yeniden dâhil ettik.

Sevgili Can,

Hangi kötü alışkanlıklarımız bizi güçsüzleştiriyor diye düşününce karşıma iki kategori çıktı. Biri, yıllarca süren hoyratlıkların yarattığı, bu yılların doğal sonucu sayabileceğimiz bir sertleşme. Genel kabalaşmadan, idarenin ve kültürün yozlaşan yanlarından payımıza düşenler. Bir anlamda “kişi başına düşen milli kabalık”. Bu iklimde ister istemez daha dolaysız, daha kavgacı, daha keskin olduk. Diğeriyse bizlerin, yani olup bitene on yıllardır türlü yollarla, farklı önceliklerle ama mutlaka itiraz edenlerin kendi aralarındaki öykünün bazı yanları. Bu yılların içinden aramızda hiç ses yükselmeden ya da su kaynatmadan geçmek söz konusu olamazdı tabii fakat giderek daha sık olmak üzere, siz de “Bu kadar canavarlaşmak şart mı?” dedirten şeyler görmüyor musunuz “bizim mahallelerin” kendi iç münasebetlerinde ve hayata dair fikir alışverişlerinde? Ya nezaketin aptallıkla, suskunluğun güçsüzlükle karıştırıldığı yerler hep bizim uzağımızda mı acaba?

Sevgili Mine,

Sizin sayenizde, sizinle ve birbirimizden güç aldığımız değerli BirGün okurlarıyla dikkate değer bulduğum bazı noktaları paylaşmak istiyorum. Muhalif kamuoyunun bu noktaların tahakkümü altında olduğunu değil ama, bazen fazlaca etkisi altında kaldığını düşünüyorum. Bu manada yazdıklarım idareye ya da politikacılara dair değil. Her zaman belirleyici gücü olduğuna ama bunu nadiren kullanabildiğine inandığım, gidişata itirazı olan geniş halk kitlelerinin, sizlerin, bizlerin yaşadığımız kâbustan kurtulmayı başarmamız halinde, yeniden kurulacak her şeye dair.

Sevgili Tayfun,

Dört küçük paragraf yazdım.

Hafıza kaybı

İçinden geçtiğimiz dönemi Naomi Klein “Şok Doktrini” ile anlatır. Olağanüstünün olağan olduğu gündemlerle milyonlarca insan hayatı takip edemez, anlamlandıramaz hale gelir ve hayata müdahale şansını kaybeder. Bunun en önemli panzehirlerinden biri hafıza. Ortak anlamlara, anılara sahip olmak, anlaşmak için gerekli. Biz ise fazlaca gündeme hapsetmiyor muyuz kendimizi? Söylenen saçma bir söze cevap yetiştirmek, yapılan bir hatayı koca bir süreci baltalayacak kadar büyütmeye çalışmak, olumlu duygular oluşturmayı deneyen çalışmaları değersiz görmek hep şimdiki zamana sıkışma işaretleri. Oysa herhalde bir geçmiş bilinci ve bir gelecek hayali o kadar kolay vazgeçilecek değerler olmamalı.

Fikir yerine kimlik tartışmak

Muhalif kamuoyunda bir süredir pek fikir tartışması yapılamıyor. Herhalde herkes doğrularından çok emin, ya da yalnız kalmaktan korkuyor. Çünkü kazara fikrinizle birlikte geniş bir kitlenin karşısında yalnız kalıverirseniz, Feyyaz Yiğit’in dediği gibi, “Hakikatin bir önemi yok, genel kanıyı yaşıyoruz sonuçta.” Oysa hakikatin önemi var ve hakikatin yerine algının, kanaatlerin geçmesi iyi bir şey değil. Bizim tekrar hakkaniyetli tartışmayı hatırlamamız lazım. Karşıdakine zarar vermek, sözünü itibarsızlaştırmak ya da zaten o insanın tartışmaya değer olmadığını kanıtlamaya çalışmak gibi tavırların terk edilmesi gerek. Fikirler yerine kimlikleri tartıştırmak hem anlamsız hem yorucu. Ortak bir gelecek hayali için her konuda farklı seslerin birbiriyle konuşabildiği bir ortam, sadece ferahlık sağlar.

Öteki ile ilişkiler

Bizim gibi olmayanlardan nasıl bu kadar kolay vazgeçer, bize hiç benzemeyenlerden öğrenecek şeyler olabileceğini nasıl unutabiliriz? Öğrenmek sürekli çok benzer düşüncedekilerle birlikte olanlardansa etkiye açık olanların daha iyi yapabildikleri bir şey. Anlamadığı şeyden korkan bir tavır, değiştirmek istediği şeyi de anlayamaz. Kazara değişim şansı eline geçerse de iş tam anlamıyla şansa kalır: Anlamadığımız şeyi nasıl değiştireceğimizi bilemeyiz çünkü. Anlamak vakit kaybı değil, anlaşmaya çalışmak hiç değil.

Değer bilmeme

Kimseyi gereğinden fazla yüceltmemeli ama değer bilmenin de zararı yok. Türkiye bir “yaşarken değeri bilinmeyen insan” cenneti. Sanatçılar ve aydınlar bazen kendi doğrularını halkın geri kalanına göre daha sivri ifade edebilirler ve bu, gerilim de yaratabilir. Buradaki hâkim anlayışın özgür tavırlara bakışı da belli. Peki, acaba bizler “aykırı” seslerin sahiplerine ne yapıyoruz? Edebiyatla, müzikle, felsefeyle uğraşanların, politik doktrinlere ya da hareketlere fayda sağladıkları ölçüde övülüp bunun dışında yaptıkları işin “zaten değersiz” olduğunun ima edilmesine giderek daha sık rastlıyoruz. Bu, toplum açısından zararlı bir bakış açısı. Dünyaya baktığı yeri kendi tarif etmekte ısrar eden ve o tarif bize uymasa da bizimle konuşmaya çalışan biri, dünyaya baktığı yer bize harfiyen uyan ama kimseyle geçinmeye gönlü olmayan birine göre çok daha faydalı olabilir. Sanatçıların ve aydınların etki alanı geniştir. Bir fikrin etkisi yeni insanların onunla kendi istedikleri biçimde ilişki kurmasıyla büyür. En geniş anlamıyla sol ya da ilerici değerlerin etki alanını büyütmeye yarayan hamleler bizde negatif duygular uyandırıyorsa, burada bir terslik var demektir.

Sevgili arkadaşlarımız, sevgili okurlar,

Hepimiz aynı kâbusun içindeyiz. Hepimizin soğukkanlı olmaya, doğru düşünmeye, önümüzdeki fırtınalı aylarda paniğe kapılmamaya, öfkemizi gerçekten hak etmeyen kimseye harcamamaya ve muhabbete ihtiyacı var. Birbirimize şefkatle bakmayı unutur gibi olursak hemen o yaz aklımıza gelsin. Kendimizi iyi hissederken eşe dosta yerli yersiz kızmaz; hatta ciddi hataları olan bir arkadaş gördüğümüzde onu bile yürekten affeder, yola da iyi hissederek devam ederdik. Yeter saçma sapan şeyler için birbirimizi üzdüğümüz. Yapılacak çok iş var. Güzel günlerde buluşmak üzere!