Ben bu mektubu sana… size, inadına Gezi’den yazıyorum. “Gezi” diyorum, “Bizimkilere.... seninkilere... bir mektup yazacağım. Var mı senin de söyleyeceğin?”

Dışarıdan içeriye mektuplar: “Ortak öfke, ortak itiraz, ortak hayal…”

Mine Söğüt

Canım Çiğdem,

Bu mektubu sana ve seninle aynı davadan, aynı saçmalıktan, aynı tuzaktan, aynı, hukuksuzluktan yargılanan ve hem adalet, hem siyaset, hem ülke, hem de insanlık tarihi açısından utanç verici bir şekilde hapse atılan tüm arkadaşlarımıza yazıyorum.

Bu mektubu ben sana... size... içeriye; sokaklardan, deniz kıyılarından, banklardan, köprülerden, yokuşlardan, baharlardan ve yazlardan ve kışlardan yazıyorum. Yazarken de diyorum ki iyi ki değişim diye bir şey var. İyi ki her şey eninde sonunda değişiyor.

Ben bu mektubu size kötü zamanlardan ve iyi zamanlardan yazıyorum. Ve diyorum ki iyi ki iyiyle kötüyü ayırt edebilen bir akıl var, bir kayıt var.
Ben bu mektubu size, dışarıdan içeriye bakmanın zorluğundan utanarak ve içeriden dışarıyı hayal etmenin verdiği büyük bir güç olduğunu umarak yazıyorum.

Ve diyorum ki iyi ki umut diye bir şey öğrenmişiz.


Sahi, umudu biz bu korkunç dünyada, kalbimizi defalarca kıran bu hayatta, nereden öğrendik ve nasıl bugüne kadar getirdik?

Bu sorunun cevabını senin Sevgi Soysal’a yazdığın mektupla hemen hatırlıyorum. Sevdiğimiz, güvendiğimiz, aklına ve kalbine ve cesaretine ve sözüne ve kalemine hayran olduğumuz gözü pek insanların defalarca hapislere girip çıktığı ve doğruyu söylemekten hiç yılmadığı bir iklimde büyümüş çocuklarız hepimiz.

Biz onlardan öldürmeyen yaranın güçlendirdiğini öğrendik. Ama, ihmal edilen, küçümsenen yaraların nelere mâl olduğunu deneyimlemek de maalesef, bize, size düştü.

Şimdi o kronik yaradan güçlenmekle kalmayıp tamamen kurtulmanın da yollarını bulma çağında, siz içeride biz dışarıda çığlık çığlığa yeni bir dünyanın, yeni bir düzenin ısrarında diretiyoruz, direniyoruz.

Şu anda bu mektubu size, içimizde ateşi hiç sönmeyen direnişin ve diretmenin dev kalbi olmuş o küçücük parktan yazıyorum.
Aylardan ekim, mevsimlerden sonbahar, zamanlardan rezalet, anlamlardan kıyamet; önümüzde itirazlara, değişimlere, yeniliklere gebe olduğunu düşünmekte inadına ısrar ettiğimiz sisli bir gelecek...

Hava geçenlerde çok sıcaktı. Şu anda buz gibi. Sabah yağmur yağacaktı, akşama doğru bulutlar dağılacak gibi. Deli bir rüzgar, bir esiyor, bir diniyor. Her esişinde, ayaklarımın dibine ağaçlardan renk renk yapraklar düşüyor. Rüzgar eserken üşüyorum, dinince sıcak basıyor. Üzerimdekileri bir
çıkarıyorum, bir giyiyorum. Ve bundan hiç gocunmuyorum. İyi ki değişim diye bir şey var, diyorum. İyi ki hep çok soğuk ve hep çok sıcak değil. Baharlar güzel diyorum. Geçişler kıymetli. Dönüşüm elzem.

Parklar, ağaçlar, toprak ve gökyüzü bilirsin insana hiç benzemezler, her halleri güzeldir.

Gezi de öyle. Şehrin göbeğinde şehre hiç benzemiyor; ülkenin merkezinde ülkeden bambaşka bir dünya.

Bir inat gibi, bir çiçek gibi, bir ışık gibi, çok güzel bir şarkı, hiç solmayan bir renk gibi. Öylece duruyor, bekliyor, biliyor. Sizi biliyor, bizi biliyor, onları biliyor. İnsanın bilmediği ne varsa biliyor.

Ben bunları düşünürken ve size bu mektupta, men edildiğiniz dünyayı, dışarıyı, hayatı nasıl anlatsam diye etrafa bakınırken küçük bir çocuk, zembereğinden boşalmış gibi yanımdan koşarak geçiyor. Boş havuzun taşına yatmış bir evsizin, canlı mı cansız mı belirsiz bedenini görünce aniden duruyor. Elinde uzaktan kumandalı bir oyuncak polis arabası. Arabayı havuzun taşına koyuyor. Uyuyan evsize doğru salıyor. Araba kısık sesli bir siren çala çala evsize doğru yol alıyor. Evsiz uyanıp, bacağına dayanmış hala kısık sesle siren çalan ve tepesinde kırmızı bir ışık yanan oyuncağa uzun uzun bakıyor. Çocuk korkmuş. Ağladı ağlayacak. Sesi kısılmış. Öylece donmuş, evsize bakakalıyor. Evsiz oyuncak arabayı eline alıyor, boş havuzun dibinde birikmiş kirli su birikintisine hışımla atıyor. Sonra çocuğa hiç bakmadan gerisingeriye aynı derin uykuya yatıyor.

Babası olan biteni uzaktan görmüş. Kalkıp çocuğun yanına gidiyor. Ağlamak üzere olan oğlunu kucağına alıp sarılıyor.

Çocuk hıçkırarak soruyor “Neden suya attı onu?”

“Sen neden rahatsız ettin onu?”

Asıl sorması gerekenin “O adam neden evsiz?” sorusu olduğunu ona bir gün ya bu baba ya da bu park öğretecek, seziyorum.

Canım Çiğdem, bu mektubu ben sana... size... ortak bir öfkeden, ortak bir itirazdan ve ortak bir hayalden yazıyorum. Meselenin tabii ki koca şehrin göbeğindeki birkaç ağaç olduğunu hiç anlamayan, o birkaç ağacı küçümseyen ve o birkaç ağacın dev bir ormanla aynı değeri taşıdığını hiç ama hiç bilemeyen, şiire, şarkıya, dansa, gençliğe, dayanışmaya, uygarlığa, aydınlığa zerre kadar değer vermeyen karanlık bir iktidarın tehdidindeki ortak hayatımızdan yazıyorum.

Ben bu mektubu sana.. size, inadına Gezi’den yazıyorum.

“Gezi” diyorum, “Bizimkilere.... seninkilere... bir mektup yazacağım. Var mı senin de söyleyeceğin?”

“Hepsinin tek tek gözlerinden öperim” diyor.

“Beni merak etmesinler, ben çok iyiyim” diyor.

“Küçük ve güçlüyüm, küçük ve etkiliyim” diyor.

“Benim yapraklarımı döken ağaçlarım var, dökmeyenlerim var” diyor.

“Gelip geçenlerim var, durup gökyüzüne bakanlarım var” diyor.

“Banklarıma oturup bir sigara yakanlarım var, banklarıma çöküp içine içine bakanlarım var” diyor.

“Hata yapanlarım var, doğruyu arayanlarım var” diyor.

“Çarklara çıkanlarım var; el ele tutuşup göz göze bakanlarım var” diyor.

“Benden hala korkanlar var” diyor.

“Korkunun ecele faydası yok, biliyorsun” deyip bir de gülüyor.

“ Yani her zaman olduğu gibi çeşit çeşidiz, kalabalığız, iyiyiz şu anda burada. Beni hiç düşünmesinler. Kendilerine iyi baksınlar. Bir an önce de dışarı çıksınlar. Dışarısı çok güzel” diyor.

Canım Çiğdem...

O küçük park ve sizi özleyen herkes, hepinizi hasretle alnınızdan öpüyor.