Google Play Store
App Store

Çiğdem, Can, Tayfun, Alp… Bireysel tercihlerinden dolayı değil, tarih boyunca bambaşka kılıklarla, farklı cinsiyetlerle karşımıza çıkmış eşitlikçi hakikatin bugün büründüğü bedenler oldukları için tutsak edilenler, sınır işaretlerimizdendir. Pusulanın Kuzey’i gösteren kırmızı ucudur.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Pusulanın kırmızı ucu

Bahadır ÖZGÜR

Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Mine Özerden… Gezi tutsakları. Hiçbirisi ile kişisel tanışıklığım bulunmuyor. Yüz yüze bile gelmedik hatta. Sadece adliye önünde beklerken Can Atalay, tutuklanacağı mahkeme salonuna giderken telefonla aramıştı bir kez. Aldığım gazetecilik ödülünü kutluyordu. Hücresinden bana kadar ulaşan neşesine ve üretkenliğine duyduğum hayranlıktan dolayı, dostu vasıtasıyla bir kez selam göndermiştim Çiğdem Mater’e de. Tayfun Kahraman’ı da, eşi ve kızının olağanüstü mücadelesinden biliyorum.

Her biriyle kişisel ilişkim ancak bu kadar. Ama bir yandan da öylesine tanışıyoruz, o kadar samimiyiz ki, bir şeylere itiraz ederken gerçeğin yanında durmaya çabalarken her gün kol kola giriyoruz aslında.

BirGün’ün sürdürdüğü dayanışmadan payıma düşen bölümde onlara baktığımda neyi gördüğümü anlatmaya çalışacağım. Ama madem ‘dışarıdan içeriye mektup’ gönderme fırsatı buldum, yanlarına iki kişiyi daha eklemezsem, onca yıl ceza alırken salise yutkunmadan söyledikleri sözlerinin altında ezilirim. Kobani Davası tutsağı iki devrimci; Alp Altınörs ve Bülent Parmaksız… Hani “İyi nedir?” sorusuna dünyada üç insanı işaret ederek yanıt ver deseler, herhalde ilk ikisine Alp ve Bülent’i yazarım.

Peki, bu tutsaklara baktığımda neyi görüyorum? Onları hiç tanımayanlar bile biraz dikkatli bakarlarsa eğer neyi görebilir?

***

Fransız Devrimi’nin asi genci Louis Antoine de Saint-Just yolsuzluğa, rüşvete, kamu malının yağmalanmasına, kayırmacılığa, hatta bunlara ilişkin en ufak bir işarete, bir küçük fısıltıya karşı keskin tavrıyla bilinirdi. ‘Adaletin azizi’ lakabı, ismine boşuna eklenmemişti. Yoksul halk “devrimin meleği” diyordu. Yeni yaşamın üzerine inşa edilecek bir ‘ahlak kolonuydu’. Kısacık ömründe onu ciddi siyasi hatalara sürükleyen de bu meziyetleri oldu zaten. Yoksulların cumhuriyetinin yağmalanması fikrinden öylesine dehşete kapılıyordu, öylesine ürküyordu ki içinde büyüyen kâbus nihayetinde hiç eğmediği güzel başını giyotine kadar götürdü.

Birkaç yıl önce Fransız filozof Alain Badio, mali oligarşinin ve siyasal temsilcilerinin pençesinde yolsuzluk ve yozlaşma içinde kıvranan günümüz Fransa’sına bakarken şöyle sormuştu: Cumhuriyet erdemini nerede yitirdi? Cevabını iki asır öncesinde buluyordu: Kesilen Saint-Just’ın değil, erdemin başıydı. Modern çağın ilk ‘satın alınamazıydı’ çünkü o.

***

Satın alınamaz olmak, erdemli olmak, ahlaklı olmak… Gündelik yaşamın içinde süregiden rutine dair meziyetler değildir. Bireysel yaşamda -ister politik ister başka konuda olsun- daima doğru tercihleri yapmakla da alakası yoktur. Sadece paraya, makama, mevkiye teslim olmamak veyahut fikirlerini her koşulda dile getirmek de yetmez. Nitekim Saint-Just da biliyordu bunu. O yüzden hakikatin eşitlikçi olması gerektiğini savunuyordu. “Bir kamu bilinciniz olsun” diyordu: “Zira, tüm kalpler iyi ve kötü duygular konusunda eşittir. Kamu bilinci ise insanların genel iyiye yönelik eğiliminden oluşur.”

***

Bazen bir toplumda öyle bir an belirir ki, çoğu kimse gök kubbenin başına çökeceğinden habersizdir. Bazıları tehlikeyi görüp panikler. Kimisi paniklemese bile ne yapacağını bilemez, bir yol, yordam gözler. Bir kısmı harekete geçildiği vakit öne atılacak, canını verecek kadar cesurdur.

Böylesine bir mahşer anında küçücük bir kıvılcım korkuyu, paniği, cesareti bir araya getirir, tek bir bilince dönüştürür. Ve tıpkı Atlas gibi bütünüyle çökmesin diye gök kubbeyi elleriyle tutar. Erdemin görünmez kolonu olur. Sonuçta yenilsen, dağılsan, param parça da olsan; ortaya çıkan manzara eskisinden beter de görünse, sınır işaretlenmiştir bir kere. Ne yapılırsa yapılsın tarih oradan geriye yürüyemez artık.

İşte Çiğdem, Can, Tayfun, Alp… Bireysel tercihlerinden dolayı değil, tarih boyunca bambaşka kılıklarla, farklı cinsiyetlerle karşımıza çıkmış eşitlikçi hakikatin bugün büründüğü bedenler oldukları için tutsak edilenler, sınır işaretlerimizdendir. Pusulanın Kuzey’i gösteren kırmızı ucudur. Hiç tanışmamış olsak da erdemi gösteren o pusulaya baktığımızda görürüz birbirimizi. Samimiyetimiz de tanışıklığımız da buradan gelir.

Gezi tutsaklarına ve bedenini bir pusula iğnesine dönüştüren daha nicelerine selam olsun. Ve son sözü, hep ilk sözümüz olması dileğiyle, Saint-Just’ın ruhuna en fazla yakıştırdığım Alp’in cezası açıklandıktan sonra yaptığı konuşmaya bırakıyorum:

“Sözümüzden dönmez, çağrımızı inkârdan gelmeyiz. Kalemle yazılanı baltayla kesemezsiniz. Milyonların yazdığı tarihi, mahkeme salonlarında yeniden yazamazsınız!”