Dışarıdan içeriye mektuplar: Sana uzaklardan yazıyorum
Haksızlık ettik size. Gezi’den haberiniz var mı? Oraya ne giden var bizlerden ne gelen. Eski sakinlerinin meteliğe kurşun attıkları bir yer gene. Oysa şarkılarınızla yaşamış, ne kışla ne AVM olmuş, direnişiniz korumuştu şehrin göbeğinde o bir avuç yeşil toprağı. Sevginizle devleti korkuttunuz. Onlarınsa size ihtiyaçları var, öfkeleri hukuk tanımıyor.

Gündüz Vassaf - Psikolog, Yazar
Bir aydır Floransa’dayım.
Orhan Veli, “Gün olur, alıp başımı giderim” der. Hoş şiir. Zülfü de şarkısını yapmıştı. Kim kimi aldatıyor? “Al başını götür’’ de, içindekiler hep seninle. Kaçamazsın kaçtığından. Dostoyevski de burada bir sokak aşağıda yaşamış, öfke dolu. Floransalılara akıl erdiremiyor, “Neden buradalar, istediklerinde başka yerde yaşamaya özgürler” diyor. O da yazmak dışında yaşamasını bilemeyen, yazarak yaşamdan kaçanlardan. Yoksa içerdekiler mi biliyor? Viktor Frankl kamplarda insanların ölümlerine gün sayarken ruhlarını nasıl dingin tuttuklarını yazar. Geçmişinin takviminden bir yaprak koparır, o günü yaşar. Gestapo’nun dipçikleriyle yere düştüğünde de, postalları bedenine saldırırken de, düşünün yolculuğundadır…
Arkadaşlarıyla sofra kurmuş Rilke’nin şiirini tartışıyor, sevgilisinin penceresinde ışığın sönmesini bekliyor, ilkokulda gol atmış, arkadaşları havaya kaldırıyordur. Dilini, hayalini, kimliğini elinden alamaz kimse. Dar gelir mekânın. Sen de ne yolculuklara çıkıyorsundur? Bulunduğun yerden dünyayı dolaşabilir, Filistinlilerin yaralarını sarabilir, uzay istasyonundan gezegenimize bakabilirsin. Ola ki, yattığın yerde, sesinden sıkılmış olabilirsin yanındakinin, o da seninkinden. Mağdurluğun ortaklığında kucaklaşırken de en iyi sen tanırsın sessizliğinin şarkısını.
Görüyorsun, rastgele yazıyorum.
Hastanede iki yatalak. Birinin yatağı duvar dibinde, diğeri pencereden gördüklerini anlatır yan yataktakine... Kestaneci yere düşürdüklerini topluyor, anne, dört yaşındaki çocuğunun kendi pusetini itmesini kolluyor; tüyleri yeni bitmiş iki genç polis, cakalarının kaldırım piyasasında, dünyadan hesap sorarcasına dolanıyor…
Pencere önünde yatan ölünce, duvar dibindeki yatağının yerinin değiştirilmesini ister. Pencereden dışarı bakar, kapı, duvar.

***
BirGün gazetesinden size mektup davetim, yılbaşına Floransa’da girecekken geldi. Duomo Meydanı’ndayım. Katedralin önünde kırmızı pelerinler giymiş koro, AIDS’ten ölürken arkadaşlarının dayanışmasıyla yaşamla kucaklaşan genci konu alan Rent Müzikali’nden parça söylüyor. Bu kilise değil miydi eşcinselleri cennetlerine almayan! Papa istediği kadar hükmetsin tahtından, sokakta gölgesinin esamesi okunmuyor. Şehri dolanıyorum. Signoria Meydanı... Floransa’da dini diktatörlük kuran Rahip Savanorola’ya alkış tutanların, adam devrildiğinde kazıkta yakılırken “Oh olsun” dedikleri meydan. Botticelli bile şeriat korkusunda gaza gelip, günahtır diye bakılan resimlerini kendi eliyle ateşe atmış. Kurtulanlar Uffizi Müze’sinde.
Santa Croce Meydanı’na geçtim. Devasa Dante heykeli. O da düşüncelerinden ötürü sürgün yemiş ancak uzun yıllar sonra baş tacı edilmiş. Sizler şimdiden memleketin gönlündesiniz. Kilisenin önünde orkestra modern dansçılara eşlik ediyor. Yeni yıla on dakika. Konser dinliyoruz. Saatlere bakanların zaman sayma şamatası yok. Havai fişekler otuz saniye kala Floransa’nın gökyüzünü renkleriyle usulca aydınlattı, öpüşenler öpüştü, konsere devam. Çin’de aile işletmesi imalathanelerde her yıl ölenlerse başka hesap. Annunciatte Meydanı’na geçtim. Burada toplananlar cazcılara kaptırmış. Ruhumun her halini seslendiren saksafon solosuyla gece kapandı. Dünyamızın ayrıcalıklı şehirlerinden birinde, benim de burada olma ayrıcalığımda, şimdi de size gördüklerimi yazabilmenin ayrıcalığı.
Evet dönüyorum. Piazza Republika. Afrikalı gencin yere serdiği mukavva kâğıdında ışıl ışıl kırmızı, mor, yeşil pembe renkleriyle yanıp sönen plastik gözlükler. Ara sıra gözlüklerin yerini değiştiriyor, eğilip mukavva kâğıdını birkaç santim meydanın ortasına doğru itinayla itiyor. Önünden geçenlerin, şehrin başka bir köşesinde kıvrılmış bir evsiz barksıza bakmadan geçenlerden farkı yok. Belki de durduğu yerden mutlu. Zarar gelmeyeceğini bildiği kalabalığı seyrediyor. Gözlük alsam mı? Kaç para diye sormalı mıyım yoksa eline beş avro mu sıkıştırmalı? Böyle oluyor insan, mağdur bellediğiyle vicdan oyunlarına girince. Ne yapacağını şaşırıyor; seyredeceğine yanına gitsene. Muhabbetinle dokun. Muhtemelen Akdeniz’i boğulmadan geçip kurtulanlardan. Aklımda arkadaşım Nazım oğlu Mehmet. Balıklar, boğulanları yemiştir diye Akdeniz balığı yemez olmuştu. Afrikalının varlığından parazit gibi besleniyor, onu yazıyorum. Balıkçıyı anlatan yazarlardan, çingeneyi yazan şairden, onları tanımadan malzeme yapanlardan ne farkım var? Süsle, püsle yaz. Öyle yapmıyor muyum size yazdığım mektubumla?
***
Haksızlık ettik size. Gezi’den haberiniz var mı? Oraya ne giden var bizlerden ne gelen. Eski sakinlerinin meteliğe kurşun attıkları bir yer gene. Oysa şarkılarınızla yaşamış, ne kışla ne AVM olmuş, direnişiniz korumuştu şehrin göbeğinde o bir avuç yeşil toprağı. Sevginizle devleti korkuttunuz. Onlarınsa size ihtiyaçları var, öfkeleri hukuk tanımıyor.
Yeni yıla girdik.
Çin’de Ejderha yılı. Müslüman, Hindu, Maya… Takvimleri farklı, gezegenimizin zamanına kayıtsız. Yolumuz nereye? Şikâyetlerin depresyona soktuğunu, sizin gibi ne yapabilirim demediğimizde edilgenleşip, düzene güç verdiğimizi biliyorum. Size güç vereceğimize, sizden güç aldığımızı da… Gene de iyimser gerçekçiyim. Nice mücadeleyle kolay olmadı tarihimiz de bugüne gelene kadar. Türümüz hele bir küresel ısınmalı, nükleer silahlı, yapay zekâlı şu günlerini yeni bir ahlak anlayışıyla, gezegenli anlayışıyla atlatsın.
Sizeyse Baudelaire şöyle bir sesleniversin…
SARHOŞ OLUN
Her zaman sarhoş olmalı!
Her şey bunda
Tek sorun bu.
Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle?
Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.
Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde,
Odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün Geçmiş bir durumda uyanırsanız,
Sorun yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun,
Her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun,
“Saat kaç” deyin;
Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını…
“Sarhoş olma saatidir.
Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun Durmamacasına!
Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”*
Buon Anno.
Sevgiyle,
Gündüz.
(*) Charles Pierre Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Çev: Tahsin Yücel, s. 85, Mayıs 1985, Adam Yayıncılık.