Gezi’de hepimiz oradaydık. Ancak sizler, bizim adımıza yüklendiniz cezayı. Bu sanırım dışarıdaki herkesin size karşı bir mahcubiyet içinde olmasının nedenidir.

Dışarıdan içeriye mektuplar: Sineklerin Tanrısı ve Gezicilere mektup

Mahpusluğun zorluğunun altıncı aydan sonra başladığını yaşayarak öğrenenlerdenim. İlk altı ay kolay mıdır derseniz? Zordur elbette… İlk başlarda aklınız, fikriniz dışarıdadır fakat bir süre sonra hayatın kendisi cezaevine dönüşür. İçeridekinin kendisi de fark etmez zorluğu. Hatta, alıştım diyesi gelir insanın. Yavaş yavaş rüyalarınızda da koğuşunuzu, koğuş arkadaşlarınızı görmeye başlarsınız. Gündelik hayatın yavaşlayan ritmine alışıverirsiniz.
Fakat asıl zorluk da bu dönemde başlar. İçeridesinizdir de içten içe sindirmeye başlarsınız durumu. Bu durumu yakıştıramazsınız kendinize. Yavaş yavaş “cezaevci” olmaya başlamışsınızdır. Bu kasvetli mekân, sizi de demirbaşları arasına yerleştiriverir. Günler birbirine benzediği için 2 ay öncesiyle 3 ay öncesinin veya önceki günün arasında fark göremezsiniz.


Her mahpus, uzun dönemin ardından kafayı bir şeyle bozar. Kimi, her gün yatak çarşaflarını yıkar, kimi incik boncuğa merak sarar. Kimi günde 3 kez duş alır, kimi her gün saatlerce satranç oynar, kimi bulmacaları toplar, kimi sporla yatar sporla kalkar.

Mahkûmun çoğu liseyi bitirmemiştir, bir kısmının okuma yazması da yoktur. Zaten uyuşturucu zihni olanca şiddetiyle köreltir. Hele ki yoksulluk, insani duyguları aşındırıverir. Bu nedenle, cezaevinin en güzel nimeti, bu mahkûmların hayatına giremez. Çünkü cezaevini çekilir kılan en güzel uğraş edebiyattır. Bir roman, ne kadar uzunsa, o kadar heyecan verir. Umberto Eco, Gülün Adı… Yüzlerce sayfalık bu roman, mahpusun birkaç gününü heyecanlı kılıverir. Nicos Kazancakis, Günaha Son Çağrı… İsa’nın hayatına bambaşka şekilde baktırır, mahpusu derin derin düşündürür. Mekândan sıyrılıp birkaç günlüğüne de olsa, Ortaçağ’da bir kilisedeki cinayeti çözmeye ya da bir peygamberin alternatif yaşam öyküsüne dalarsınız.

Bir süre sonra kitapların size teslim edildiği günü iple çekmeye başlarsınız. İlk günlerde, zaten bildiğiniz kitapları, görüşçünüze sipariş edersiniz. Dostoyevskileri getir, Tolstoyları getir, onu getir, bunu getir… Biraz Türk edebiyatı getir, Gülten Dayıoğlu getir, Yaşar Kemal getir, Orhan Pamuk getir…Günler, haftalar, aylar geride kalır. Peki ya artık ne getirecektir görüşçü? İstiklal’de sahaflar çarşısını gezemeyeceğinize, Mephisto’ya uğrayamayacağınıza göre… Ya da Ankara’da Dost’u gezebilme imkânı olsaydı… Böyle anlarda, “Keşke” deyiverirsiniz. O anlarda farkına varırsınız hapishanenin. Çünkü artık aklınızda sipariş edilecek kitaplar bitiverir.

Ondan sonra görüşçünüzün ya da dışarıdaki ahbaplarınızın insafına kalırsınız. Kitapların size verileceği günü iple çekerken bir bakarsınız ki, tuğla gibi kitaplar gönderilmiş. Mecbur, bir hafta bunlarla geçer. Bu yüzden cezaevindeki dostunuza yazılacak en faydalı mektup bir kitabın sinopsisine ilişkindir.
William Golding Sineklerin Tanrısı…

Daniel Defoe, Robinson Crusoe adlı romanında, aslında bir İngiliz’in, tek başına da kalsa, toplumdan azade de olsa, terk edilmiş bir adaya da düşse, kendine modern bir hayat inşa edebileceğini anlatır. Kahramanın İngiliz olması önemlidir. O kadar ki, kendisine bir köle bile edinir. Çünkü toplum dediğiniz şey zaten bireylerin toplamıdır Defoe’ya göre. Toplumundan koparılmış bir birey de tıpkı koparıldığı toplumdaki gibi yaşayabilir.

William Golding, bu yorumu yeterince açıklayıcı bulmaz ve Sineklerin Tanrısı’nı işte bu motivasyonla kaleme alır. İkinci Dünya Savaşı’nın yaşamış ve insanın kökenlerindeki acımasızlığı gözleriyle görmüştür.

Issız bir adaya düşen sayısını bilmediğimiz bir grup çocuk yaşam savaşı vermek için kendi medeniyetlerini taklide girişir. Onlarca çocuk, birlikte hareket etmek zorundadır ama beceremezler. Çareyi bir lider seçmekte bulurlar. Fakat, bu liderin sınırları nereye kadar uzanacaktır? Yetkileri nice olacaktır? Derken, bu sorular çocuklar arasında tartışılmaya başlanır. Uzun kavgalar sonucu liderliği bölüştürmeye karar verirler. Gruplara bölünürler ve bir kısmı avcılıkla, bir kısmı küçük çocuklara bakma, bir kısmı barınacak yerlerin denetimini üstlenir. Her bir gruba birer lider… Fakat sorun yine çözülmez. Siyaset işin içine girer. İttifaklar kurulur, kavgalar başlar, hizipler oluşur.

Aslında çocuklar hem kökenlerindeki vahşiliği dışavurur hem de İngiliz emperyalizminden öğrendiklerini tatbik ederler.

Toplum, özgürlüğü, eşitliği ve estetiği yüceltmezse, bu toplumun içindeki bireyler de insani duygularını kaybeder. Mahcup olmazlar, adalet duyguları köreliverir, tevazu yerilen bir erdem oluverir.

Gezi’de hepimiz oradaydık. Ancak sizler, bizim adımıza yüklendiniz cezayı. Bu sanırım dışarıdaki herkesin size karşı bir mahcubiyet içinde olmasının nedenidir. Ben böyle dedim diye, “Abi” dememe kızan Can Abi, “Ne mahcubiyeti” diyebilir. Fakat öyledir, mahcup olmamız gerekir. İnsani olanı yadırgamamalıyız.

Sekiz aydan fazla zamanı geride bıraktınız. Günler artık daha kısa, haftaları saymayı bırakalı çok oldu, belki de ayları saymak bile artık zor. Rüyalarınızda gardiyanlar belirmeye başladı, koğuş arkadaşlarınızla sohbet konularını tükettiniz. Ama adım gibi eminim ve lütfen siz de emin olun, yılları saydırmayacağız size.

Siz de, William Golding’in Sineklerin Tanrısı’nda anlattığı gibi, ıssız bir adada gibisiniz. Fakat, İngiliz emperyalizminin acımasız çocukları değilsiniz. Gezi’nin erdemini götürdünüz gittiğiniz yere. Paylaşmanın, beraberliğin erdemi… Dışarıdaki gibi değil. Saf, su gibi berrak bir erdem. Adalet duygunuzu koruyabiliyor, sokakta yatan yoksulları görmüyor, dilendirilen çocuklar önünüzü kesmiyor, sizlere hakaret eden faşistlerle muhatap olmuyorsunuz.
Eminim gardiyanlar bile imrenerek bakıyorlar sizlere. Orada olmanızı hak etmediğinizi düşünüyorlar. Emin olun kimisi “Memleketin çivisi çıkmış” diyor.
Can Atalay, Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Mine Özerden… Dışarıda kirlenerek hayatta kalıyoruz. Siz ise temiz girdiğiniz o hapisten tertemiz çıkacaksınız.