Dışarıdan içeriye mektuplar: Yel değirmenleriyle dövüşülecek
Bundan tam on yıl önce Karaköy’de ilk buluştuğumuzda, “Hocam neden avukatlığa, idari yargıya, ceza hukukuna heveslisin, ne umuyorsun, ne bekliyorsun?” diye sormuştun. Biraz gevelenmiş, açıkçası net bir cevap vermemiştim. Cevabı o gün de biliyordum, ancak hep birlikte geçirdiğimiz on yıl, benim için bu sorunun cevabının vücut bulmuş hali oldu.
Deniz Özen - Can Atalay’ın Avukatı
Sevgili Elif Ilgaz beni arayıp da, “Bu hafta Dışarıdan İçeriye Mektuplar’da sen yazsan ne güzel olur” dediğinde, açıkçası ilk refleksim ertelemeye çalışmak, yazmamak için bahane bulmaya çalışmak oldu.
Belki iki yıllık tutukluluk boyunca bir nefes alıp gerçekten aklımdan, kalbimden geçenleri düşünmekten kaçtığım için, belki ister istemez kişisel olacak bu mektubun, üzerinde bir “görülmüştür” damgası olmasa da herkes tarafından görüleceğini bildiğimden. Ama bu kez kaçmak mümkün olmadı.
Sevgili Can abi,
Yazmaya başlamadan önce, geçmişte yayımlanan Dışarıdan İçeriye Mektupları bir kez daha gözden geçirdim. Genelde “dışarıdakilerin”, “içeridekilere” umut aşılamak için gelecek güzel günlerden bahsettiğini gördüm.
Tahmin edersin, benim umut anlayışım belirsiz bir geleceği hayal etmekten çok geçmişteki güzellikleri, bizi biz yapan şeyleri, hayatımda kırılması zor dayanak noktaları haline getirmekten geçiyor. Eski hikâyeleri anlatmaya nasıl bayıldığını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla bu fikre çok da karşı çıkamayacağını düşünüyorum.
Dolayısıyla bu mektup biraz kişisel, biraz sana hitaben yazılmış olacak. İçerideki diğer arkadaşlar lütfen kusuruma bakmasınlar.
***
Sevgili Can abi,
Bundan tam on yıl önce, Karaköy’de ilk buluştuğumuzda, biraz da “Senin olayın nedir?” tınısıyla, “Hocam neden avukatlığa, idari yargıya, ceza hukukuna heveslisin, ne umuyorsun, ne bekliyorsun?” diye sormuştun. Ben de o günün toyluğuyla, biraz gevelenmiş, açıkçası net bir cevap da vermemiştim. Elbette sorunun cevabını o gün de biliyordum, ancak hep birlikte geçirdiğimiz on yıl, benim için bu sorunun cevabının vücut bulmuş hali oldu.
Ama o günün cevabı da eksik kalmasın, on yıl gecikmeli olarak vereyim:
Tanışmamız 2014 yılının Temmuz ya da Ağustos ayıydı. Gezi’den sadece bir yıl sonraydı. Ben Gezi’de sokağa çıkmış milyonlardan yalnızca birisiydim. O tarihte hukuk fakültesinde son sınıf öğrencisiydim. Mezun olduktan sonra da, tıpkı o milyonlar gibi ben de memleketin kurtuluşunun “Gezi ruhunda” olduğunu görmüş ve sendikacı dedemden, ömrünü mücadele ile geçirmiş annem ve babamdan devraldığım mirası yaşatmanın yolunu bu “ruhta” bulmuştum. Bu nedenle elbette mesleğimi de bu şekilde yapacaktım.
Bu yüzden, Gezi’den tam da bir yıl sonra, kent suçlarına, yok edilmek istenen değerlerimize, sosyal cinayetlere karşı mücadelenin ucundan kıyısından tutabilme ihtimali beni oldukça heyecanlandırmıştı. Bu yüzden de balıklama atladım.
Avukatlık ruhsatımı aldığımda, Taksim’deki büronun anahtarını teslim edip “Hocam büro senin büron, birlikte pişirir birlikte yeriz” dedikten sonra babamın aldığı büro hediyesini hatırlarsın. Rosinant’ın üzerinde Don Kişot ve yanında eşeği ile Sanço Panza Heykeli…
İnsanın babasının oğluna Sanço Panza benzetmesi yapması ortalık yerde anlatılacak bir hikâye değil elbet ama sanırım babamın “eti senin kemiği benim” deme yoluydu o hediye. Nitekim biz o tarihte, Sosyal Haklar Derneği çatısı altında, bir avuç Don Kişot ve bir avuç Sanço Panza, “dost omuzbaşlarını omuzlarımızın yanında duyup” zaten düşmüştük yollara.
Yanlış anlaşılmasın. Yaptığımız işlere ya da kendimize öyle bir kutsiyet atfettiğimden değil. Şövalye olmaya da niyetlenmedik hiçbir zaman. Ancak özellikle o tarihte bu yolculuğa yeni çıkmış biz “gençler” için, “mağrur ve aptal devleriyle önümüzde duruyordu dünya”.
Geçtiğimiz on yılda ne çok şey yaşamışız şimdi dönüp bakınca. Parklar, bahçeler, Soma, Aladağ, Hendek, Çorlu derken şimdi de stajyerin olarak başladığım yola, avukatlarından birisi olarak devam etmek düştü bana.
***
Sevgili Can abi,
Daha önce de söylediğim gibi, geleceğin umudu geçmişin güzelliklerinde saklı bana sorarsan. Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatı mıdır bilemem ama yapmaya çalışmaya devam edeceğimizin sözünü verebilirim.
Büromuz açık. On yıldır olduğu gibi.
İnanmazsın, büyüdüm de stajyerim bile oldu bu iki yılda. Benim sana yaptığım eşekliği Caner yapmadı. Kendisi teklif etti, cübbesini ben giydirdim.
Asuman ya masamın üzerinde ya da Zeynep’in ayağının dibinde uyuyor. Fikret abi gelince tavlayı saklıyoruz yine korkumuzdan. Ama başımız sıkışınca da arıyoruz “Abi yardım et” diye. Başka bir gün, Fehmi abi eli kolu dolu geliyor. Güzel bir masa kuruyoruz.
“Birlikte pişirip, birlikte yiyoruz” özetle.
Derneğimiz açık. Geçen hafta 10. Yıl Mitingi nedeniyle Soma’daydık mesela. Bütün ekibin sana selamı var. Bir de Elmas teyze, sarılıp sarılıp sana ve kendi tabiri ile “bıyıklıya” selam söyledi. Soma Temsilciliği’mizdeki gençleri görmen lazım. Hepsi canavar gibi.
Sosyal Hukuk tam gaz devam ediyor. Mina stajını bitirdi, cübbeli fotoğraf bile çektirmiş. İrem mezun oldu olacak.
Dün Akçay ve Emre ile beraber İliç’teydik. On yıl önce birlikte çıktığımız yolda, elimiz uzandığınca, gücümüz yettiğince yürümeye devam ediyoruz. Silivri’den döndüğünde kaldığın yerden bize katılacağını bilerek.
Nâzım Don Kişot’u anlatırken diyor ya;
“Elbette alaşağı edecekler bizi, bir temiz pataklayacaklar. Fakat yolu yok. Yeldeğirmenleri ile dövüşülecek”.