Bir dışarısı var mı, kaçabileceğimiz? Var tabii ki. Eğer kendi dışarınızı yaratamamışsanız, hazır bulduğunuz dışarıda özgürlüğünüzü arayabilirsiniz. Birilerinin içerisi, özgürlüğü soluyabileceğimiz dışarımız olabiliyor. Ama bizim içerimiz giderek zindana dönüşüyor. Ve dışarımızı yitirdikçe ya birilerinin içerisine kaçıyoruz ya da kendi içimize, derinlere. Dışarımızı yitirdik, sokakları, meydanları; rastlantısal döllenmelere açık, yeni doğumlara gebe; devingen ve dinamik bir […]

Dışarısı var mı?

Bir dışarısı var mı, kaçabileceğimiz? Var tabii ki. Eğer kendi dışarınızı yaratamamışsanız, hazır bulduğunuz dışarıda özgürlüğünüzü arayabilirsiniz. Birilerinin içerisi, özgürlüğü soluyabileceğimiz dışarımız olabiliyor. Ama bizim içerimiz giderek zindana dönüşüyor. Ve dışarımızı yitirdikçe ya birilerinin içerisine kaçıyoruz ya da kendi içimize, derinlere.

Dışarımızı yitirdik, sokakları, meydanları; rastlantısal döllenmelere açık, yeni doğumlara gebe; devingen ve dinamik bir toplumun döl yatakları. Dışarısı tehlikeli, korkuyoruz. Bir köstebek gibi hep daha içeriye kaçıyoruz, içeride oyduğumuz labirente. Kendimize güvenli yuvalar inşa ettikçe kendi zindanlarımızı ördük, kör köstebekler gibi. Siegfried Kraucauer Kafka üzerine denemesinde, “Varoluş korkusunun aldırdığı önlemler, bizatihi varoluşu tehdit eder” diye yazıyor (Kitle Süsü, Metis). Varoluşumuz tehdit altında, o halde etrafımıza kalın duvarlar örelim ama dışarısı, dışarısı ne olacak? Özgürlüğümüz dışarıda, ufuk çizgisi bizi çağırıyor, sesini duyamıyoruz, duvarlar ses geçirmiyor çünkü.

Bir zamanlar dışarımız vardı, sokaklar ve meydanlarımız, özgürlüğün kanat çırpışları. Ama nasıl da unuttuk. Şarap şişesinin mantarını bile deliğinden çıkardığınızda, onu tekrar içeri tıkamazsınız. Girmez, içeride şişmiştir. Havasız yerden bir kez kurtulunca bir daha geri döner mi hiç?

Mantarın öbür ucu ise içeriyi bilmez, tutsaklığın ne demek olduğunu, biraz zorladığınızda deliğe girecektir. Bizler ise mahzende unutulmuş şaraplar gibiyiz, zamanımızın gelmesini bekliyoruz, gelip bizi bulmalarını ve dışarı çıkarmalarını. Kimse gelmeyecek, kapatıldığınız mahzenden kimse kurtarmayacak sizi ve çok geçmeden ekşimeye başlayacaksınız. “Başımızın çaresine bakalım” diyeceğim ama başımızı delikten çıkaramıyoruz ki.

Deliğin içinde delikler açıyoruz. Ve dehlizlerde yitiriyoruz kendimizi ve birbirimizi.

Kraucauer Kafka’nın yapıtlarında durmadan karşımıza çıkan inşa imgesine dikkat çekiyor. Düşmanın erişmesinin mümkün olmayacağı oyuk benzeri yapının, yuvanın inşası. Yuva, “hem bir kendini koruma çabasından doğan endişenin ürünüdür hem de endişeyi yeniden üretir”. Korktukça endişeleniyoruz, endişelendikçe tüm kaçış deliklerini kapatıyoruz. “İnşa başındaki işçiler… kazma kürek sallarlar ve o kadar sıkı duvarlar örerler ki hiç bir ses onları geçip de bize ulaşamaz artık. Hâlâ bu duvarlardan sızıp da dışarı çıkmayı ummak saflıktır. Kapıların anahtarları yoktur, belirir gibi olan gedikler de hemen örülüp kapatılır.” Yuvalanma, kendi üzerine kapanmanın bir diğer adı. Kendi ellerimizle kendi toplama kamplarımızı inşa ediyoruz. Dışarıdan korkuyoruz çünkü.

İlk toplama kampı modern bir icattır. Sivil halkı, bağımsızlıkları için savaşanlardan ayırmak için dikenli tellerle çevrili kamplara kapattılar. Yer: Küba, tarih: 1896. İspanya’nın Küba’ya atadığı vali Weyler’in icadı. Kim özgürlüğü için savaşıyor, kim özgürlüğünden kaçıp kendini yuvaya kapatıyor? Ayrılmalı. Ama tarih yalan söylüyor, ilk toplama kampını sömürgeci vali icat etmedi, biz icat ettik; dışarıdan, ötekiden, yabancıdan korktukça içeriye kaçtık ve kendi üzerimize kapandık. Şimdi içerideyiz, dışarısı tehlikeli. Ve iktidar bizim için dışarıda yeni tehlikeler icat ediyor, sokaklar korku tüneli, içeriye kaçmalı. Daha ne kadar kaçabiliriz içimize? Merak ediyorum. İçe dönmeyi yaşam koçları da tavsiye ediyor: “İçine dön ve kendini tanı.” Tamamen içerideyiz, kendi oyuklarımızda. Kendimizi tanımak için bundan daha iyi bir fırsat bulamazdık her halde. Öğrenebildiniz mi kim olduğunuzu bari? Sanmıyorum. Kendinizle içeride karşılaşamazsınız. Kendinizi tanımak istiyorsanız, dışarı çıkmanız ve ötekiyle yüzleşmeniz gerekiyor, korkularınızla. Dışarısı, karşılaşmalar alanı ve dışarıyı icat edemezsek içeride bir bedenin nasıl çürüdüğüne tanık olabiliriz sadece. Yaşam dışarıda; tanımak için can attığınız ‘kendi’niz de. Dışarıyı icat etmek, yaşamın kuvvetleriyle kanat çırpabilmektir, var olabilmek.