13 Askerin şehit olduğu gün ekrana çıkıp konuşma yapmak zorundaydım...

13 Askerin şehit olduğu gün ekrana çıkıp konuşma yapmak zorundaydım. İşim bu. Gazetecilik, yazarlık yaparken sözün bittiği yerde konuşmanız gerekir. Son dakika yazan ekranlara baktım teker teker. Ölüm yazılıydı her yana. Dışarıda yürümenin bile olanaksız olduğu bu sıcaklarda ayaklarında postallar, sırtlarında kendi ağırlıklarına denk mühimmatla yol almaya çabalayan Memet’leri düşündüm. Bir yudum suyun özlemi çekilen o anları. Yangın yerinde olmayı…

Dağlar kimi zaman özgürlüğü simgeler. Doruklarına tırmanmak, isyanı haykırmak ve belki göğe açılan ellerle yakarmak için de görkemli bir imgedir. O dağlar pek çok can almıştır bir yandan. Bağrından akan kan, bu ülke insanının acısıdır. Yürek ağrısıdır. Geride kalan anaların gözyaşları da kanlıdır. Eşlerin gözleri kederli, bebelerin ağlamaları içli. Başını dik tutmaya çabalayan baba, esasen oğluyla girmiştir toprak altına. O haneler için hiçbir gün eskisi gibi olmayacaktır artık.

Başı bağlı ananın, şehidin ardından asker selamını izledik ertesi gün. Gözyaşları içinde haykırıyordu oğluna. Küçük kız kardeş, beş yaşında bile yok; “Şehitler ölmez vatan bölünmez.” diyor eğlenceli bir yüzle ve içinde bulunduğu durumun ciddiyetine aykırı biçimde… yurdun dört yanından aynı acılı gözyaşları, sel olmuş akıyor… hava sıcak, gündem sıcak… yangın yeri olmuş ülke…

Sabah gazeteleri elimize alıyoruz. Yutkunup, yeniden okuyorum. Şarkıcı Aynur’a Açıkhava tiyatrosunda, barış şarkılarının söyleneceği gün saldırı haberi  manşetlerde. Şarkılara tahammülü kalmayan bir toplum. Kürtçe sözleri anlamıyoruz, ama anlamadığımızı, bilmediğimizi sevemiyoruz bir türlü. Oysa bir şans versek. Bir işitebilsek! Şiddet bunun için değil mi? Huzurumuzu bozmak için değil mi?

Koca gazetenin yayın yönetmeni olmuş biri, utanmadan, “Neden bir de Türkçe şarkı söylemedi Aynur?” diye yazıyor. Sen şehitlerin olduğu akşam niçin konsere gittin efendi? Kimin sahne alacağını bilmiyor muydun? Şarkıcıların dünya dillerinden insanlığa sesleneceğini işitmedin mi? Yazdıkların bal gibi provakasyon değil mi? Bir sanatçıyı, şarkıcıyı savunmak; dillerden korkmamayı, ağıtların her dil de aynı seslendiğini bilmek, dillendirmek bizim görevimiz değil mi? Eğer sahnede barış için bulunanları bir kez linç etmeye başlarsak, bir kez AMA dersek, bunun tüm özgürlükleri sonlandıracağını bilmiyor musun?

Tam da bugün, inadına her dilde barışı haykırmalıyız.

Dün sabah bir başka manşet on sekiz yaşında bir kız, ardında bıraktığı mektupta “Hatip Dicle bizim onurumuzdur.” yazarak intihar ediyor. Gönüllü ölüme gidiyor. Her yan yangın yeri. Artık bu ülke çocuklarını yaşatamıyor, öldürüyor. Acılarını dindiremiyor, çoğaltıyor.

Şehitler için onlarca yürüyüş düzenlendi. Öfke, kin, şiddet sözleri arasında insanlar yılgınlıklarını dillendirdi. Ama o korkunç slogan yok mu!

“Dişe diş kana kan İNTİKAM İNTİKAM” Zor günlerden geçiyoruz. Kan ister olduk hepimiz. Ne o dağlarda özgürlük var, ne söylenecek yeni bir söz. Halklar dilsizleşmiş. Kimse barıştan söz etmiyor. Ucuz siyasi entrikalar bin yıllık kardeşliğin bitmesi için yeniden hortluyor.

Askerler birer ikişer ölünce etki yapmaz oldu. Tıpkı ağrı kesicilerin bedene işlememesi gibi. Önce yarım hap alırsın, yetmez bir tam alırsın, dinmez ağrı, günde ikiye çıkar, biraz idare eder, yetmez, üç derken, bağımlı hale gelirsin. Bu toprağın insanları farkında olmadan ölümleri kanıksadı. Sayılar artınca tepki gösterir olduk. Kana susamışlar gibi haykırıyoruz. Kelle istiyoruz. Can almak için haykırıyoruz.

Birbirimizin resmine bir baksak…

Dağda can veren Mehmet kimin evladı, on sekizinde ölen genç kız kim?

Aynur kimim ağıdını yakıyor, şehidine ağlayan ana kim?
 
Gidenle gidilmiyor, ölenle ölünmüyor, derler ama, her evlat toprağa kanını akıttığında barış şansı avuçlarımızdan kayıyor. Evladının, sevdiğinin ardından hasretle bakan her ana, baba, eş, kardeş yeni bir kan davası gütmeye başlıyor.

Yüksek sesle ve inatla bugün, ister Türkçe, ister Kürtçe, ister kuş dilinde söyleyin; dostlar barış isteyin!

Ülke yangın yerine dönüyor.

Döndü…