Bak kadınlar korkusuzca sokağa çıktılar. Değişen dünyada eski hükmünü yürütebilecek mi? Müziği resmi yasakladı, bakalım yasağı sürdürebilecek mi? Bir düşün bakalım dedi sonra Türkiye’de müzik, resim yasaklanabilir mi?

Dıştaki derken unutmasak mı içtekini…

Tarihe dönmek iyidir, tarih kurtarıcıdır; tarihçi Eric Hobsbawm “Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse tarih de milliyetçi etnik ya da köktenci ideolojilerin hammaddesidir. Geçmiş, bu ideolojilerin asli öğelerinden biri belki de asli öğesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa böyle bir geçmiş her zaman için yeniden icat edilebilir.” diye yazmıştı. (Tarih Üzerine. sf.6. Agora) Geçmişin, meşrulaştırdığı övünülecek fazla bir şeye sahip olmayan şimdiki zamana daha “şerefli” bir arka plan sunduğunu anlatıyordu. Verdiği gerçekten çarpıcı örnek ise şu sıralarda terörist Taliban “devletinin” hamisi olarak piyasada adı geçen Pakistan idi. “Pakistan’ın Beş Bin yılı” adlı bir araştırmayı görünce şaşıran Marksist tarihçi, Pakistan adının bazı öğrenci yani Taliban tarafından verilen 1932-33 yılları öncesinde kimsenin bilmediği bir isim olduğunu da anlatır. Devlet olarak varlığının ise daha sonra 1947 yılı olduğunu söyler. Hobsbawm olgu ile kurgu arasındaki farkı sıfırlayan postmodernist entelektüel modaya yüklüyor kabahati. Ayıp ediyor tabii, ne alaka! Çağımızın “post truth” çağı, algının her şey olgunun hiçbir şey olduğundan habersiz fukara, garip tarihçi ama yine de söylediklerini yabana atmamak olgu ile kurguyu birbirinden ayırmak mümkün müdür diye soralım biz de. Mümkün müdür?

Mümkündür de zor iştir, biliyorum, bu nedenle de tarihe güzellemeler yazanların, filmini çevirenlerin hoş görülmesi gerektiğini düşünürdüm. Düşünürdüm ama sonra son filmleri, film projelerini Muhteşem Süleymanları, Kösem Sultanları, çocuk okçularından sonra sıranın denizler fatihi Barbaroslara geldiğini anlatan arkadaşım, “sen uyuyorsun dedi, algı kurgu çoktan olgunun yerine geçti, artık tarih yeniden yazılıyor, uyan uyan” diye azarladı beni. Ben de artık ne yapayım, anlamaya çalışıyorum. Tarihe döneyim de bakayım neler olmuş bitmiş, kim kimmiş; aslında yabancısı da sayılmam, Abdullah Ziya Kozanoğlu’unun Türk Korsanları adlı pek meraklı kitabıyla büyüdüm ben, Andrea Doria nam keferenin Akdeniz’de nasıl kaçacak liman aradığını da okumuştum. İşte onların dizisi başlayacakmış yakında, izlerim artık ben de. Rastlantı bu ya Turgutreis kasabasında Amiral Turgut Reis caddesinde reisin ahfadının mezarlarının kıyısından geçince her gün, merakım iyice arttı benim. Açtım tarih kitaplarını.

KİTABIN BİLMEDİĞİ

Açtım tarih kitaplarını okuyorum, her şeye itiraz eden münafık arkadaşım da dalga geçer gibi “ne okuyorsun, Osmanlı’ya mı merak sardın, Osmanlı’nın tarihi Anadolu’nun tarihi değildir, Anadolu’nun Türkmenleri, Kürtleri, Çerkezleri, Lazları Osmanlı’nın umurunda değildir, hiç olmamıştır, vergi alınacak köylülerdir onlar, “şalvarı şaltak osmanlı /eğeri kaltak osmanlı /ekende yok biçende yok /yiyende ortak Osmanlı” diye gıcıklık yapınca ben de artık dayanamadım, Osmanlı’nın haşmetini haykırdım, ama onu susturmak ne mümkün, Osmanlı’nın sömürgeciliğinin de bir tuhaf olduğunu gittikleri yere kültürünü dilini götüremediği çünkü zaten saray kültürünün Arap-Fars karması bir kültür olduğunu söyledi. Ben de işte ne güzel sömürgeci de değilmiş diye üstten alınca “be hey cahil, bunun nedeni fetihten vazgeçmek değil, bilimden kültürden nasip almamaktır” diye celallendi. Daha da ötesine geçti. “Bilir misin bu son filim işlerinin maksadı nedir?” diye sordu. Ne güzel halkımız hem tarihini öğreniyor hem de güzel vakit geçiriyor, üstelik de ihraç malımızdır pek rağbet görüyor diye kabardım. Susar diye bekledim, hiç susar mı? “Bütün bunlar İslam’a yeniden lider oluyoruz, halifeliği de evvel Allah getireceğiz, şeriata da az kaldı propagandası ve hiç şakası yok eylemidir, geçmişe dönme çabaları her ne kadar uzun erimde işe yaramasa da bir büyük projenin icabındandır” diye konuştu benim münafık arkadaşım. Elindeki kalın kitabı açtı, karıştırdı sayfalarını, “bak dinle” dedi sonra, “saati geri çevirmeye yönelik girişimlerde bulunulsa bile, bu çabalar eski günleri geri getirmez, yalnızca resmi sistemin bilinçli geçmişinin belli ve artık farklı işlev gören parçalarını geri getirebilir.” Bu kadar mı diye araya girmeye çalıştım, “hayır” dedi devamı var: “Geçmiş asıl anlamıyla geri getirilemez. Nefret edilen yenilikler ete saplanan bir mermi gibi cerrahi yollarla organizmayı koruyarak çıkarılabilecek yabancı bir cisim değildir. Üçüncüsü saati geri çevirmeyi amaçlayan toplumsal çabalar neredeyse kaçınılmaz biçimde daha geniş kapsamlı sonuçlar doğuran güçleri harekete geçirebilir.” (A.g.e, sf.17) Yani dedim evdeki bulgurdan da mı olunur. “Ha şunu bileydin” diye alay etti münafık. Ama bak dedim Taliban yıllar sonra geri geldi. Evet diye yüzünü buruşturdu, geldi, ama bakalım eski günleri bulabilecek mi. Bak kadınlar korkusuzca sokağa çıktılar. Değişen dünyada eski hükmünü yürütebilecek mi? Müziği resmi yasakladı, bakalım yasağı sürdürebilecek mi? Bir düşün bakalım dedi sonra Türkiye’de müzik, resim yasaklanabilir mi?” Hayır dedim gururla zaten Osmanlı’da da müzik vardı, gerçi resim geç geldi, ama olsun, bizim besteci padişahlarımız yok muydu? “Vardı vardı, diye güldü, 2. Mahmut’un davetiyle Payitahta gelen Mûsikâ-i Hümâyûn’u kuran, paşa ünvanı ile taltif edilen Donizetti’yi unutabilir miyiz? Mithat Paşa’yı sürgünde boğduran Abdülhamit de iyi bir marangozdu ve hafiyelerine düşkün ve polisiyelere meraklıydı. O zamanlarda bile yeniliklere itiraz etmek pek müşküldü, zaten o padişahlar da geçip gittiler, yenilikler gelişti güçlendi. Şimdi artık daha zordur geçmişe dönmek. Ama yine de dönelim diyenler az ve güçsüz değildirler.”

NE OLACAK BU TALİBAN?

Peki dedim ben de, söyle bakalım öyleyse, Afgan halkı bu çok etnisiteyi barındıran ülke Taliban’la baş edebilir mi? Bu çağdışı, dünyaya kafa tutan… derken “dünya mı dedin sen?” diye lafımı kesti bizim münafık, öyle değil mi, tüm dünyaya kafa tutmuyor mu, eşyanın tabiatına aykırı değil midir bu çağda müziği resmi yasaklamak, müzeleri tahrip etmek, müzik aletlerini kırıp parçalamak, kadınları kırbaçlayıp haydi evdir sizin yeriniz demek, üç beş gün izin verdik diye şımardınız siyah burka hicap giyeceksiniz, sokakta görünmeyeceksiniz demek. “İşte bak sen de anladın sonunda geçmişe dönülmez, dönülür gibi olsa da uzun sürmeyecektir. Sonunda hakikatin ışığı, geleceğin yıldızı parlar.” Şiir gibi konuştun dedim, gerçi biraz ucuz oldu ama olsun. “Taliban diye sürdürdü bu defa kuru bir tonla, emperyalistlerin asi çocuğudur, biraz Frankenstein’dır, onu ehlileştirmek için uğraşırlar, kullanabilecekleri bir düzeyde tutmak için çabalarlar, bulunduğu yerden çıkmazsa, Afgan halkına verdiği zarar umurlarında olmaz, sınırı aşarsa bu ilkel teröristlerin üstünü çizerler.” Öyle midir dedim, ipler hep emperyalistlerin elinde midir? “Hayır, kimi zaman ipin ucu ellerinden kaçıyor, beklemedikleri sonuçlarla karşılaşıyorlar ama dediğim gibi her zaman bedeli başkalarına ödetmeyi bilirler.”

Umutsuz desene durum dedim ben de. “Yok, öyle demeyelim de eğer çalışan sınıflar durumun farkına varan halklar müdahale etmezse işler kötüdür. Hobsbawm’dan bir iki cümle okuyayım da bitirelim artık bu zoraki diyaloğu” “İnsanlık mağara adamından uzay gezgini durumuna, eski devirlerdeki uzun, azı dişli kaplanlardan korktuğumuz zamanlardan nükleer patlamalardan korktuğumuz zamana, yani doğanın getirdiği tehlikelerden değil, biz insanların kendimizin yarattığı şeylerden korktuğumuz bir çağa nasıl gelebildi?” (A.g.e, sf.35) Ne yapalım peki dedim, sen söyle?

“Bilmem dedi münafık, dışımızdakini anlatırken içimizdekini unutmasak mı acaba. Dışardaki sakın içerde, içimizde olmasın?”