John Crowley, dünyanın ilerlediği totaliter yapıya dair gözlemlerini çok sağlam bir ironiyle aktardığı Totalitopia başlıklı yazıya şöyle başlıyordu: “1960ların sonlarında bir yaz, gelecek tahmini konusunda basit ve kesin bir yöntem keşfettim. Kendi geleceğimden, sıradaki kartın ne olacağından, gelecek ayın ya da yılın piyasa durumundan değil, dünyanın önünde uzanan gelecekten söz ediyorum. Yöntem çok basitti, tek […]

John Crowley, dünyanın ilerlediği totaliter yapıya dair gözlemlerini çok sağlam bir ironiyle aktardığı Totalitopia başlıklı yazıya şöyle başlıyordu: “1960ların sonlarında bir yaz, gelecek tahmini konusunda basit ve kesin bir yöntem keşfettim. Kendi geleceğimden, sıradaki kartın ne olacağından, gelecek ayın ya da yılın piyasa durumundan değil, dünyanın önünde uzanan gelecekten söz ediyorum. Yöntem çok basitti, tek yapmam gereken gelecekle ilgili hâkim düşünceleri alıp tersine çevirmekti. Uyarlamak değil, reddetmek değil, sorgulamak değil, olduğu gibi tersine çevirmek.” (Lapham’s Quarterly, Güz 2011)

Crowley’nin önerdiği ‘tersine çevirme’, örneğin bir bilim-kurgu romanındaki anti-demokratik yapılanmanın demokrasi olarak veya kötülüğün iyilik olarak okunması değil, bunun günümüzün bir yansıması olduğunu bilmemiz gerekliliği. Yazının sonunda Lewis Carroll’ın Alice’i sonraki maceralarında Harikalar Diyarı’na göndermek için kullandığı araç olan ‘ayna’ya değinmesi de bundan: ”Aynadaki görüntü ne kadar korkutucu, eğlendirici ya da aydınlatıcı olursa olsun, her zaman terstir.” Aynada sağınız sol, solunuz sağ gibi görünür, böylece sol gösterip sağ vurmanın ne olduğunu örnekleyebilirsiniz mesela. Ama sonuçta aynada gördüğünüz şey, zamana ve mekâna bağımlı bir yansımanızdır. James Sallis’in, çok uzak bir gezegendeki uzaylılarla savaşan gençlerin dünyaya dönünce yaşadıklarını anlatan 1974 tarihli Joe Haldeman romanı The Forever War hakkında “Sadece çok iyi bir bilim-kurgu romanı değil, aynı zamanda çok iyi bir Vietnam Savaşı romanı” demesi tam da bundandır.

Bilim-kurgunun, özellikle distopik bilim-kurgunun hiçbir şeyi tersine çevirmeye gerek kalmadan geleceği tahmin etmemize yarayan çarpıcı bir gücü var. Bu yüzden bugünün post-modern faşizmini tartışırken hâlâ Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sından, Orwell’ın 1984’ünden örnekler veriyoruz.

Daha ‘nokta atışı’ örnekler de var: “‘Hükümet Meksika’dan niçin bu kadar çekiniyor?’ diye sordu Chug, ‘Bundan 50 yıl sonraki kendi fakirliğimize karşı harcansa daha iyi olacak bir parayı neden Meksikalı fakirlere karşı bir duvar dikmek için harcıyorlar?’” Bunları John Sladek’in 1973 tarihli The Great Wall of Mexico‘da (Büyük Meksika Seddi) bir karakter söylüyor. 40 yıl önce, Donald Trump henüz 23 yaşındayken, bir bilim-kurgu yazarı “Gelecek bizimdir vatandaşlar! Duvarımızı şimdiye kadarkilerden daha güçlü ve güvenli yapacağız, öyle güvenli olacak ki, bin yıl dayanacak. Gelin, bu ülkeyi güçlendirmede bana yardım edin!” diyen bir başkan ve şöyle diyen bir yüzbaşı kurguluyor: “Bazı sinsi zehirler yıllardır sınırımızı ihlal ediyor: Marihuana, pornografi, ucuz işçilik. Amerika’nın sinir sistemine sızıyor, çocuklarımızı uyuşturucu bağımlısı yapıp zihinlerini ve bedenlerini kirletiyor, Amerikalıların işlerini çalıyorlar. Sefalet ve onun uşakları olan suç ve şiddet tüm yurdu bir kanser gibi kaplıyor. Hepsinin tek bir kaynağı var: Latin Amerika!”

Dünyanın geleceğindeki olası duraklama ve gerileme dönemlerini öngörme, aynadaki imajın söylediklerini -‘bugünden doğabilecek yarın’ı- çevirme konusunda distopya ustalarına değilse kime güvenebiliriz ki?!

Ütopikler kusura bakmasın ama, Adorno’nun söylediği gibi “ilkellikten insancıllığa doğru değil, sapandan megaton bombaya doğru ilerleyen bir tarihin biçimlendirdiği böyle bir dünyada yaşarken, geleceğe dair bireysel ve toplumsal planlarımızı olabildiğince gerçekçi öngörülerle tasarlamak zorundayız. Güzel yarınlar kurabilmek için yarınların hiç de güzelliklere gebe olmadığının ayırdında; umudu kaybetmeden ama kendimizi ona kaptırmadan; Marx’ın aktardığı haliyle ‘aldatıcı iyimserliğin gerçek kötümserlik olduğu’nu bilerek…